Eğitim-Öğretim Üzerine Her şey
  HİKAYELERİM
 
              

                              GERÇEK  SEVDA

 

    Kalbimin hiç tanımadığı duyguları daha yeni yeni hissetmeye başladığı dönemlerdi,lise ikinci sınıfa gidiyordum.Çalışkan bir öğrenci olmamama  rağmen  hep arka sıralarda otururdum.Çevremde bir çok  erkek ve kız arkadaşlarım vardı ama bir gariplik vardı,mutlu değildim. Sanki aradığım başka bir şeydi.Her akşam eve gelir odama çekilir, ağlardım.N’oluyordu bana anlayamıyordum.Bir gün yine arkadaşlarla beraberdim.Beraberdim derken nasıl bir beraberlik;onlar bir araya toplanır,gülüp eğlenirlerken bense bir kenara çekilip içimdeki fırtınaları dinliyordum her zamanki gibi.Artık arkadaşlarım da alışmıştı bu durumuma.Yanıma gelip oturduğunu hiç fark etmemişim,ta ki sanki çok derinlerden gelen bir “çok dalma boğulursun” sesini duyana kadar.Başımı kaldırıp baktığımda bu sesin sahibi Suna’ydı.”Niçin yalnız oturuyorsun?” dedi,”Bilmiyorum.” Dedim.”Kimse seni anlamıyor,hatta kendin bile kendini anlamıyorsun değil mi?” dedi.”Evet” dedim.”Ben de bu yüzden yanına geldim zaten.” dedi,”Ben de aynı durumdayım,seni arkadaşlarından ayrı derin düşüncelere dalmış görünce işte benim gibi biri daha” dedim ve ilk defa onun yüzüne dikkatlice baktım,o anda kalbim durdu sanki donup
kalmıştım.Suna düz kumral küt kesilmiş saçlarıyla sanki gök yüzünde bir mehtaptı.Sunaları kıskandıracak  güzellikteydi o.Ondan ne zaman ayrıldım,eve nasıl geldim,bilmiyorum.O gün sürekli onu düşündüm.Sanki aradığım şey buydu hissedebiliyordum bunu…
     O günden sonra her gün buluşmaya başladık,evleri bir  mahalle ötedeydi,bizim mahallede akrabaları vardı.İlk tanıştığımız gün onlara gelmişlerdi.Böylece aylar geçti,artık ailelerimiz de biliyordu ya ben onlara gidiyordum ya da o bize geliyordu.Yani her günümüzü birlikte geçiriyorduk…
Ama ikimizin de anlayamadığı bir şeyler vardı,birbirimizi çok seviyorduk,görmeden yapamıyorduk.Arkadaşlık değildi bu çünkü diğer arkadaşlarımızı da seviyorduk,bu çok farklı bir şeydi.Kimseye de soramıyorduk.Nasıl soralım ki…Biz bile bilmiyorduk ne olduğunu,bu çok yoğun duyguların etkisiyle bazen mutluluktan bulutlara kadar çıkıyorduk,bazen de o küçücük kalplerimize sığdıramadığımız ve bir türlü anlamadığımız duygular dünyasında sebepsiz yere ağlıyor,gözyaşlarımızı birbirimize hediye ediyorduk…Belki size saçma gelecek ama birbirimizi ilk gördüğümüz günü anlatmıştım.Ondan sonraki ilk buluşmamızda biraz konuştuktan sonra bir ara göz göze gelmiştik ve daha ne olduğunu anlamadan ikimiz de sebepsiz yere birden bire ağlamaya başlamıştık.Hem de ne ağlama sanki hiç bitmeyecek gibiydi göz yaşlarımız.Sel olan  göz yaşlarımız neredeyse oturduğumuz şehri  götürecek  kadar çoktu…İşte o günden sonra bir daha birbirimizin yüzüne uzun süre bakamadık,hatta çoğu zaman sırtlarımız birbirimize dönük otururduk.Bir gören olsa bize gülerdi herhalde,ama elimizde değildi ki bakamıyorduk işte…
Ama ne olursa olsun  o kadar  mutluyduk ki…Artık ne güneşin doğuşunun,ne çiçeklerin kokusunun,ne de kuşların aşk şarkılarının farkındaydık,biz birbirimizde kaybolmuştuk adeta…

   Biz,yazları genelde dedemin  bağ evimizde geçirirdik.Bahçe işleriyle uğraşmak bana ayrı bir  mutluluk veriyordu.Sebzeleri sulamak,otlarını yolmak ayrı bir zevkti ama Suna’nın yerini yine de hiçbir şey dolduramazdı.Suna da  tanıştığımız yılın yazında kısa süreli de olsa akrabalarının yanına gelmişti.O da çok seviyordu doğayı;çiçekleri,hayvanları…Ortak okul arkadaşımız Nevinlerin bahçesinde alı al, sarısı sarı, iri iri elmalar olurdu.O güzelim elmaların bu  güzelliğe erişmesinde Ali dayının cefakar çalışmaları yadsınamazdı.Artık o güzelim elma,kiraz,şeftali bahçelerinin yerinde yeller estiğini görmek  beni müthiş derecede hüzne boğmakta..Bugün elma,kiraz bahçelerinin yerine kurulan balık çiftliği bile o eski doğal havayı  asla geri getirememekte…

  Elmayı çok sevdiğimi iyi bilirdi Suna.O gün yayvan  sepete Nevinlerin sarı kırmızı elmaların en iyisinden koymuş olarak bizim bahçeye gelirken piri fani,  nurani yüzlü Veli amcayla karşılaşmış yolda.Veli amca:”Kızım bu elmaların hepsi de ne kadar  güzel, kaç tane elma  var sepette?”diye takılmış. Suna “İnsan hiç sevdiğine  götürdüğü  elmaları sayar mı?”deyince  Veli  amca elindeki tesbihin  ipini koparıverir.Tesbih taneleri etrafa saçılır.Bir daha sevdiğine sayılı hamd etmeyecekti Veli amca.Suna ona  büyük bir ders vermişti  farkında olmadan…Suna  bunları anlatırken Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri/Birkaç  köşkle birkaç huri/Bana seni gerek seni/ mısraları geçti aklımdan bir an.Aslında Suna ile benim aramdaki  bu   müthiş sevgiyi veren de Mevla idi.Bizim sevdamızın üstünde  Mevla sevgisini tadabilmek paha biçilmez bir  sevda olmalıydı. 

     Bu mutluluk, ta ki bir akşam bizim evin zili uzun uzun çalana kadar sürdü.Kapıyı annem açtı,gelen onun dayısının kızı  Semra idi.Anneme bir şeyler söyledi,annem de hemen babamla bir şeyler konuşup,bana da “sen evden ayrılma biz hemen geliyoruz.” diyerek aceleyle evden  çıktılar.Ben de hemen arkalarından çıktım,hava kararmıştı,beni görmesinler diye onları uzaktan izledim,bir müddet gittikten sonra bizim evin az ötesinde  bir mağaza vardı,orada bir kalabalık gördüm,oraya gidiyorlardı,biraz daha yaklaşınca babam koşmaya başladı,yerde yatan biri vardı.Ben de biraz daha yaklaştım,babam yerde yatan kişiyi kucağına almıştı,birkaç adım daha yaklaştım ve kalbime binlerce ok birden saplandı sanki,yerde yatan benim meleğimdi!..O da beni gördü,eliyle bana gelme diye işaret etti ve bana bir şeyler söylemek için ağzını açtığında,ağzından kan boşaldığını gördüm,yanına gittim,o güzel başını babamın kucağından kendi kucağıma aldım,hafifçe gülümsedi ve bak dedi “n’apmışsın yeni gömleğine,onun kanına bulanmış gömleğimi göstererek,bir hafta önce doğum günümde o almıştı,ve birden başını karanlıkta benim seçemediğim kazanın olduğu bir yere çevirip “tüh yaa!” dedi,ne demek istediğini anlamamıştım,başını tekrar çevirdiğimde ölmüştü,ondan sonrasını hatırlamıyorum,gözümü evde açtım,orada bayılmışım,beni doktora götürmüşler sakinleştirici yapmışlar,uzun süre baygın halde yatmışım.
    Kendime gelir gelmez ağlamaya başladım,kimse müdahale etmedi,doktor “ağlarsa müdahale etmeyin.” demiş,tekrar kendimden geçene kadar ağlamışım,ondan sonraki günlerde gözyaşım hiç dinmedi,aradan bir buçuk  ay geçmişti,bir gün anneme onlara gitmek istediğimi söyledim,annem önce kabul etmedi ama yalvarmalarıma dayanamayıp bir şartla kabul etti,”gideriz ama orada ağlayıp annesini üzmeyeceğine söz verirsen” dedi,ben de söz verdim ve gittik,bir süre oturduk ama ben kendimi zor tutuyordum ağlamamak için…”Bak oğlum” dedi annesi,birbirinizi ne kadar çok sevdiğinizi hepimiz biliyoruz,ne kadar üzüldüğünü de biliyorum ama senden bir ricam var.”dedi.”Kızım son nefesini senin kucağında vermiş,bana son anlarını anlatmanı istiyorum.”dedi.Şaşırdım,nasıl anlatabilirdim ki,anneme baktım boynunu büktü,ben de onu üzmeyecek şekilde anlattım ama bir ara karanlıkta bir yere bakıp “tüh yaa” dediğini anlamadığımı söyleyince,annesi bana sarılıp öyle bir ağlamaya başladı ki,ben de zaten zor tutuyordum kendimi,ikimiz de uzun süre ağladık,
biraz sakinleştikten sonra,artık bu dünyada yaşamam için hiç bir sebebin kalmadığına karar vermeme sebep olan şeyi anlattı:
   O gün annesi evlerinde benim çok sevdiğim bir yemeği yapmış,anne demiş “bu yemeği İlkay çok sever,bizim yiyeceğimiz kadarını ver ben İlkaylara gidip onunla beraber yiyeceğim demiş,annesi de yalnız göndermemek için yakınlarında oturan dayısının kızı Semra’yı  bize göndermiş.Yolda gelirlerken dayısının kızı,”sen biraz bekle ben de marketten içecek bir şeyler alayım demiş.”Kaldırımda beklerken bir otomobil çarpıp kaçmış,bize yakın oldukları için dayısının kızı hemen bize haber vermeye gelmiş.O akşam ve o karanlığa bakıp da “tüh yaa” dediği şey de,bana getirdiği yemeklerin dökülmüş olmasına üzüldüğü içinmiş,son anlarını yaşayan birisinin canından daha çok bana getirdiği yemeklerin dökülmüş olmasına üzülecek kadar seven bir kalp var mıdır, daha şu lanet dünyada,başkasını sevebilir miyim artık,aşık olabilir miyim başkasına,tahammül edebilir miyim artık saçma sapan şeylerin adını aşk koymalarına?Bizim yaşadıklarımız bilemesek de gerçek sevdaydı,bunu şimdi biliyorum, ama o bilmiyor,bir gün birbirimize bir söz vermiştik,hangimiz önce ölürsek diğerimizi cennetin kapısında bekleyecekti,şimdi ben de bilmeden yaşadığımız o tarif edilmez duygunun gerçek sevda olduğunu,o aşkı sonsuza kadar yaşayacağımız cennetin kapısında beni bekleyen meleğime anlatmak için,gelmesi için her gün yalvarıp dua ettiğim beni ona kavuşturacak kişiyi bekliyorum,Azrail Aleyhisselamı…

   Bütün bu  acılar yumağı sarmalında iken  bir an aklımdan Bedir Savaşı şehitlerinin gerçek hikayesi geçti:Sahabilerden biri susuzluktan kavrulduğu bir anda tam kırbasındaki suyu ağzına götürecekken az ileride  bir sahabinin “suuuu” diye inlediğini  görünce ona  yönelmişti.O da suyu ağzına götürecekken  yan tarafta birinin  “suuu” diye inlediğini  işitince kendisi suyu içmekten vaz geçip onu işaret etmiş az sonra da  şehit olmuştu.Sahabi  elindeki kırbayı işaret edilene yönelince   yine  az ileriden birinin “suuuu” diye inlediğini  işitmiş   o da  suyu içmekten vaz geçip  diğerini işaret etmişti.Kendisi de şahadet  şerbetini içmişti.Bu ne ulvi bir din kardeşliği sevgisiydi böyle…Aslında “gerçek sevda “bu işte demekten kendini alamadı İlkay bir süre…

   Suna benden ayrılalı  iki gün olmuştu.Onun yokluğu ciğerime ateş düşürmüştü.Ben onu ziyaretimden önce şu hüzünlü  ağıtları yaktım:

    Erişilmez bir uçurumun kıyısında, senden başka kimsenin farkında olmadığı bembeyaz bir çiçektim ben. Sen ise, dört mevsim özlemini çektiğim yağmur. Üstüme yağışını severdim, yapraklarımdan aşağı akışını, her damlanı içime çekişimi severdim. Bedenimde seni hissedişimi. Her damlan alıp götürürdü beni adını bilmediğim, tanımadığım yerlere... 

     Sen yağınca susuzluğum dinerdi, biterdi kimsesizliğim, dağılırdı ürpertilerim. Serin bir meltem değip geçerdi yapraklarıma. Dünyalar benim olurdu, uçardım sevinçten. Günlerime, gecelerime; hiç kimsenin bilmediği, fark etmediği sıcak bir sevgi dolardı. Sıcak bir sevgi dolardı yüreğime. Her çocuğa gülümserdim; her kuşa, her kelebeğe, her arıya gülümserdim... 

     Erişilmez bir uçurum kıyısında rüzgarlara ağıt yakan, yalnız ve boynu bükük, bembeyaz bir çiçektim ben. Sen, bakışlarında sevdalar gizleyen, sevdalandığım, gözleri menekşe rengi küçücük bir kızdın… Adına Suna demiştim, adına sevda, adına umut. Sevdam, umudum her şeyimdin. Günüm, gün aydınlığım seninle başlardı. Tek sevenim, tek sevdiğimdin. Yağmurumdun sen; kurak günlere, ayaz gecelere inat. Hiç bitmeyen bir umut, özlem ve hazla beklerdim seni. Gelmediğin zaman boynumu büküp, kapar gözlerimi seni beklerdim. Özlemin umudum olurdu, umudum özlemin. Beklerdim, beklerdim bıkmadan, usanmadan... 
   Çünkü seni seçmiştim ben, sevdam, arkadaşım olarak. Sevdanı yüreğime nakış nakış işlemek için. İşlemeliydim ki, fırtınalar, boranlar içinde bile olsa kardelenler gibi açmasını öğrenmeliydim... 

    Umudumun bitip tükendiği anlar da oldu elbette zaman zaman. Seni beklerken, bekleyişin işkenceye dönüştüğü zamanlar da olurdu. Günlerin yıllara döndüğü zamanlar olurdu. Ama hiç şikayet etmedim, şikayet etmedi yüreğim. Çünkü seni delicesine seviyordum ve bu sevgimle mutluydum. Özlemine zor da olsa katlanıyordum bir umutla. 

    Sen beyaz bulutlarla gelirdin, bembeyaz gelinlikler içinde. Hayran hayran bakardım sana. Sen gelince ardından gökkuşağı gelirdi. Gökkuşağına dönüşürdün rengarenk. Her renginde umutlarım vardı, hayallerim vardı. Canlı, cansız tüm varlıklar kıskanırdı güzelliğini... Sen, hayatıma kattığım canım, gözbebeğimdin. Ben de senin can çiçeğindim. Gözlerime dolan bulut, üzerime yağan yağmurdun sen. Toprağa saçtığım umudumdun. Havaydın, hayattın, suydun, sevgime bandığım gün aydınlığımdın…

   Yıllara dönen günler  sonra şimdi yine bekliyorum seni, bir umutla. Ama artık azalan hatta tükenen bir umutla... Ömrümün bütün dilimlerine kar yağıyor şimdi. Kar da beyaz ama ben yine de direniyorum. Çıkıp gelmeni, üzerime yağmanı bekliyorum. Bir zemheri mevsimiydi ayazda bırakıp gitmiştin hayallerimi. Bak yine zemheri. Dağlara kar yağıyor ama sen yoksun. Sen yoksun, acılara özlem yağıyor... Bak, kar yağıyor üstüme, iliklerime dek üşüyorum. Yine de yüreğimde ateşler yakıyorum. Dönersen ellerini ısıtırsın diye... 

    Unutmuşum, içimdeki umutların beyazlığını... Unutmuşum mavi, yeşil, al renkleri... Ne zaman bir yağmur sesi duysam, ne zaman bir su sesi, içimde sevgiler kanar, pınarlar kanar benimle. Sonra sen gelir dökülürsün içime, sen gelir dökülürsün gözlerime, kirpiklerim dökülür yollara. Gün aydınlığın doğar üstüme. İşte o zaman dağ dağ özlem kesilirim, bulut bulut, hüzün hüzün.. 

                    O Öldükten sonra;
    Bu  gün hafta sonu,aşkımla buluşacağız,en güzel elbiselerimi giymeliyim,hangi gömleği giysem acaba,yanakları gibi al kırmızısı  olanı mı yoksa gözleri gibi elmas karası  olanı mı,ya da kazanın olduğu gün kanıyla üzerine çiçekler yaptığı gömleği mi?...”

-Ne kazası,ne kanı yaa nerden çıktı şimdi offf?!

Ben en iyisi son buluşmamızda başını omzuma koyduğu o mis kokan gömleği giyeyim.Evet evet bu daha iyi.

-Anne ben çıkıyorum.

-Ona mı?

- Tabi ki anne yaa,başka kim olabilir?

-İyi de niçin  ağlıyorsun ki?

    Şimdi gidip annesinden de izin almalıyım,”merhaba izin verirseniz kızınızla gezeceğiz biraz.

-Tabii oğlum,ona iyi bak olur mu

 -Bak bu da ağlıyor,n’oluyor bunlara anlamıyorum?

     Koşar adımlarla gidiyorum aşkıma,bu yol da ne kadar uzun… Bekçi Kemal amca karşılıyor beni.

-Hoş geldin oğlum,o da seni bekliyordu.

-Biliyorum.”

    Merhaba aşkım ben geldim,bak hala yatıyor,hem de bembeyaz gelinliğiyle,yanaklarına küçük bir öpücük kondurup uyandırıyorum onu,her zamanki gibi toprak kokuyor meleğim, uzatıyor kollarını yattığı yerden.Tutuyorum ellerinden,tüy kadar hafif,ne kadar da güzel meleğim benim.Hoşça kal bekçi amca,bak koskoca adam da ağlıyor.

“İyi eğlenin olur mu?” diyor ağarmış sakallarından süzülen yaşları silerek…
     Onun en sevdiği yerleri geziyoruz el ele.Allah’ım onunla olunca o kadar mutluyum ki…Bir ara yine göz göze geliyoruz.Bakmamalıydık.Yine ağlayacağız…Ne kadar ağladığımızı akşam ezanını işitince  anlıyorum.İşte bu gün de bitti,gitmeliyiz,bekçi amca kızar sonra.

-Hoş geldiniz iyi eğlendiniz mi bari?

-Neler yaptınız bakalım?”Ağladık akşama kadar.

-Her zamanki gibi ha?!

-Evet

Hadi meleğim sen şimdi yat,ben haftaya yine gelirim…Bir gün diyorum,bir gün ben de bembeyaz damatlıklarımı giyip geleceğim yanına,elmas karası  gözlerini açarak yalvarırcasına,çabuk gel olur mu diyor,yakında meleğim çok yakında…Biliyorum şimdi iyi geceler öpücüğüm olmadan uyuyamaz bir tanem,yanaklarına bir öpücük konduruyorum,yine o toprak kokusu.

  - Geldim anne.

-Hoş geldin oğlum.

Öldür beni anne ben de toprak kokmak istiyorum…

 

                                                 CAN SUYU

 

 

       Seval Hemşire,Ankara Hemşirelik Yüksek Okulu’ndan  mezun olduktan sonra çektiği  kura sonucunda Haymana Seheryeli  Beldesi  Sağlık Ocağı’na ebe-hemşire olarak tayin olmuştu.Çiçeği  burnunda ,güleç yüzlü,kumral,minyon yapılıydı.Babası Dr.Seyfettin Bey,1980’li yıllarda dizi  film olarak yayınlanan“Kartalla Yüksek Uçar” dizisini beğenerek izler ve bu dizideki Seval adlı oyuncuyu çok beğenirdi.Bundan etkilenerek  hayatta tek varlığı olan kızının adını Seval  koymuştu...Yaklaşık üç saatlik bir otobüs  yolculuğudan sonra Seheryeli Beldesi’ne ulaşmıştı.Yol boyunca otobüsün camından etrafı seyretmiş,yılankavi kıvrımlı,yer yer dar,uçurumlu yollardan geçerken ağzı burnuna  gelmiş,acaba göreve başlamaktan vazgeçsem mi demekten kendini  alamamıştı zaman zaman…Ama  hiçbir  şekilde vazgeçemezdi.Zira mesleğini çok seviyordu.Gelin gibi beyaz  elbiseler içinde beyaz bir melek olarak,hilal şekilli kepini  giyerek çalışacağı  günleri iple çekiyordu.Üstelik okurken kendini beyaz elbiseler içinde beyaz bir melek gibi  hastalarına yardım ederken az  hayal etmemişti…

 

      Sağlık ocağında ilk olarak Dr.Salim Bey ile tanıştı.O,esmer,uzun boylu,ciddi görünümlü otuz yaşlarındaydı.Doktor Bey,Seval’i beldede en çok görüştüğü arkadaşları öğretmen Yusuf Bey ve ziraat mühendisi  Ümit Bey ile de tanıştırdı.Yusuf Bey, beldedeki  Seheryeli İlkokulu’nun  müdürüydü.O da yirmi beş yaşlarında,çiçeği burnunda denilebilecek yaşta,selvi boylu,yağız bir delikanlı idi.Aynı okulda üç öğretmendiler.Diğer öğretmenlerden biri Zümrüt Hanım’dı.O,aynı adı gibi  zümrüt yeşili gözlere,uzun  siyah saçlar sahipti.Görevinde üçüncü yılına girmişti.Görev dağılımı için çektikleri kura sonucunda Zümrüt Hanım’a birinci sınıflar,iki,üçüncü sınıflar,Ziraat mühendisinin eşi  Nevin  Hanıma,Yusuf  Bey’e de dördüncü ve beşinci sınıflar ve müdürlük görevi düşmüştü. Ziraat Mühendisi Ümit Bey ise sarışın,orta boylu, otuz yaşlarında sakin görünüşlü idi.

 

   Yusuf Bey,o günkü Fen Bilgisi dersi Zenginlik Kaynaklarımız  ünitesi içinde yer alan Fidan Nasıl Dikilir? Konusunu işliyordu.Öğrencileriyle birlikte okulun  tarım uygulama bahçesine çıktılar.Öğrencilerine örnek fidan dikimini gösterdi.Öncelikle elindeki bel ile yaklaşık otuz santimetrelik bir çukur açtı.Çukurun yarısına kadar üst topraktan  koyduktan sonra bir miktar da alt topraktan koyup  kavak ağacının dalından kestiği  kavak fidanını çukura bastırdı.Kavak fidanının yarısına kadar alt topraktan doldurduktan sonra fidanının etrafındaki toprağı ayağı ile sıkılaştırdı.Şimdi sıra en önemli işe gelmişti.Fidana CAN SUYU verilmeliydi.CAN SUYUNU vererek  fidan  dikme işlemi tamamlanacaktı.

 

  Seval Hemşire’nin beldeye gelişinin  üçüncü günüydü.Doktor, ziaraat mühendisi ve öğretmen hep birlikte yeni gelen arkadaşlarını  diğer arkadaşlarıyla tanıştırmak için bir tanışma yemeği düzenlemişlerdi o günün akşamında.Tanışma yemeği, okulun geniş,ferah bahçesinde düzenlenmişti.Okulun bahçesini yer yer çam ağaçları ile donatmıştı Yusuf Bey.O,bu çam fidanlarını okul lojmanının hemen yanı başında  demir bir  borudan ip gibi akan su ile su kovalarını doldurur,usanmadan bıkmadan büyük bir aşk ve şevkle sulardı.Fidanları yeni diktiği  günlerde komşularından biri hayvanlarını başı boş salmış onlar da fidanlardan bazılarını kırmıştı.O,bu duruma çok üzülmüş ve mahalle muhtarı ile görüşerek okulun bahçesine imece usulü ile dikenli tel çekilmesini sağlamıştı.Yusuf Bey,öğretmenliğinin beşinci yılında okula  gelen  müfettişle arasında yaşanan üzücü hatırasını da o akşamki sohbette paylaşmıştı.Müfettiş,öğrencilerin ders başarı durumlarını teftiş ettikten sonra  müdür odasına geçmiş Yusuf Bey’in müdürlük görevi ile ilgili evraklarını incelemiş her şeyin muntazam,tam olarak yerine getirildiğini görmüştü.Ancak müfettiş psikolojisi ile olsa gerek yaramaz öğrencilerden Fikret tarafından bir  gün önce nohut oda  bakla sofa gibi olan müdür  odasının camı kırılmıştı.Yusuf Bey,teftişin başarı ile tamamlandığını ve kendisine müfettiş tarafından teşekkür edileceğini umarken Müfettiş Özden Bey“Bu müdür odasının camı niçin kırık,niçin bunu taktırmadın?diye Yusuf Bey’i sertçe eleştirmişti.O kadar güzel çalışmanın içinde böyle  küçük  bir hatanın görülmesi hiç hoş olmamıştı doğrusu…

 

    O,asıl bugün diktiği ağaca dikkat çekmek istiyor ve CAN SUYUNUN  önemini  vurgulatmak istercesine bakışlarını ziraat mühendisine yöneltiyordu.Ziraat  mühendisi,CAN SUYUNUN  sadece  bitkilerin hayatında değil diğer canlıların hayatında da yerinin çok önemli olduğunu belirtiyordu.Seval Hemşire,çiçeği burnunda bir hemşire olarak  bugün kendisine de CAN SUYU verildiğini  belirtirken dikkatini Öğretmenden ayıramıyordu adeta.Bu bakışları Yusuf Bey de kaçırmamış bir an Seval Hemşire ile göz göze gelmişlerdi.Yoksa yeni bir serüvenin CAN SUYU mu veriliyordu?diye düşündü bir an…

 

    Seval Hemşire pek yerinde  duramayan aynı zaman da meraklı  bir bayandı.İlk hafta sonu tatilinde Nevin Hanım ile kasabayı dolaşmaya çıktılar.Nevin Hanım da en az Seval Hemşire kadar sevimli,yirmi dört  yaşında uzun boylu esmer tenli bir bayandı.Daha ilk günden birbirlerine ısınmışlardı.Seval,Haymana adının nereden geldiğini sorarak başladı çevresini tanımaya.Nevin Hanım sınıf öğretmeniydi.Aslen Haymanalı idi,eşi  ile iki yıl önce evlenmişlerdi.Geçen yıl olan kız çocuklarına Cansu adını vermişlerdi.Haymana adının,Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin annesinin adından geldiğini,Osman Gazi’nin annesinin adının Hayme Ana olduğunun bu adın zamanla halk arasında Haymana şekline dönüştüğünü anlattı.Seheryeli Beldesi’nin bin iki yüz  nüfuslu  şirin bir belde olduğunu ve beldede görülebilecek yerleri  tanıttıktan sonra Seheryeli adının hikayesini şöyle anlattı:

 

   Beldenin  kuruluşundan önceki  dönemde beldede birbirini  çok seven Seher ile Süheyl adında iki genç  varmış.Seher,beline kadar inen ipeksi saçlara sahip çok güzel bir kızmış.Güzelin düşmanı çok olur derler…Bu iki aşığın baş düşmanları da sansar lakaplı Sansar Selim’miş.Sansar’ın gözü çoktandır Seher’in üzerindeydi.Bilmiyordu ki davul bile dengi dengine çalardı.Seher’i elde edemeyeceğini anladığından bu iki sevgiliyi ayırmak için çeşitli düzenbazlıklar yapmaya karar vermişti…Ama Sansar  Selim’in şeytana külağını ters giydirecek fetbazlıkları kar etmemiş.O gün çıkan şiddetli rüzgar,mantar toplamaya giden Sansar Selim’in yüksek bir  yardan düşerek ölümüne yol açmıştı.Derler ki güzel kız Seher’in ahı tuttu da Selim’i ortadan kaldırdı…O günden sonra beldenin adı da bu güzel kız Seher’in adına  atfen Seheryeli olmuştu…

 

    Seval  bu hikayeyi dikkatle dinlemiş” acaba ben de böyle çok sevebileceğim biri ile karşılaşabilir miyim?”dercesine iç geçirmişti.Bir an hayale dalmıştı:Babası  Seyfettin Bey ile annesi Sare Hanım otuz dört yıldır evliydiler,neredeyse birbirlerini kıracak davranışları yoktu.Birbirlerine saygıda kusur etmezlerdi.Kendisinin de karşısına acaba böyle güzel bir  aday çıkacak mıydı?Belki bu aday Öğretmen Yusuf Bey olabilirdi…Neden olmasındı ki o da babası gibi güler yüzlü,yardımsever,etrafına neşe saçan birisiydi…Birden Nevin Hanımın tatlı sesinin uyarısıyla irkildi ve “kendine gel, Seval” dedi.Daha  işin başındasın,çok sevdiğin mesleğinin ilk yıllarındasın,mesleğinin  hakkını  iyice ver,önünde daha çok uzun,nice  güzel yıllar var,”dedi.

 

   Nevin Hanım,Sansar Selim’den bahsedince Tarım  Teknisyeni olan Tilki Mustafa’yı hatırladı birden…Bu Tilki  Mustafa da beldede çeşitli oyunlar çeviren ve dikkat edilmesi gereken tiplerdendi.Geçen yıl  kavun karpuz  sezonunda satın aldığı  kavun karpuzları satarken çevirdiği  hilekarlıkları bilmeyen yoktu.

 

  Kavun, karpuzları,bin bir  güçlükle,el emeği,alın teri ile özenle yetiştiren Fatma  teyze ile Hasan amcadan veresiye almıştı Tilki Mustafa.Ücreti kavun karpuzları sattıktan sonra ödeyeceğini söylemiş,Ümit Bey’i de kendisinin haberi olmadan kefil göstermişti.Aslında memur olduğundan ikinci bir iş yapmak yasaktı.Ama Tilki Mustafa böyle şeylere aldıracak bir adam değildi.Küçük bir beldede olduklarından amiri Ümit Bey de bir şey dememişti.Ancak,O yapacaklarından geri kalmayacaktı. Kasabanın ileri gelenlerine dalkavukluk olsun diye onlara parasız kavun,karpuz  veriyordu.Sattığı  kavun,karpuzları eksik tartıyor, parasını almadığı karpuz, kavunların parasını kimsesiz,zavallı kimselerden,çocuklardan çıkarıyordu,itiraz edecek olanları ya tartaklıyor ya da azarlıyordu.Bir keresinde itiraz etmeye yeltenen iki büklüm ve bastonuyla zorlukla hareket eden Hüseyin amcayı iteklemiş ve yere düşürmüştü.Zavallı adamcağızı yerde görenler kaldırmış,oradan uzaklaştırmışlardı.Tilki Mustafa, iyice haddini aşmaya başmış,şikayetler başlamıştı.Bunun üzerine belediye zabıtası kavun,karpuz sergisine gelmiş,sergiyi kapatmak için işlemler başlatacaklarını söylediklerinde,”siz bana bir şey yapamazsınız,benim arkamda kapı gibi ziraat  mühendisi Ümit Bey var.”diyerek diklenmesi üzerine olaya hiçbir şeyden haberi olmayan  ziraat mühendisi de dahil olmuştu.Zabıtalar bütün engellemelere rağmen sergiyi  kapatmışlar ve resmi soruşturma için Ümit Bey’in çalıştığı kuruma gitmişlerdi.O,kendisinin Tilki Mustafa’ya böyle bir izin vermediğini kaldı ki kanunen böyle bir izin vermeye yetkili  olmadığını belirtti.Sonuçta Tilki,mirinden sarı zarfı görmüş kınama cezasına çarptırılmıştı.Ancak bu Tilki’nin çok zoruna gitmiş,ileride  bunun acısını  çıkarmak için kurt kapanı kuracağını mırıldanarak hışımla odadan çıkmıştı…Bu arada Tilki Mustafa,kavun,karpuzları aldığı yaşlı Hasan amcanın yalvarış yakarışları sonunda paranın yarısını ancak vermişti. Hasan amca ne yaptıysa diğer yarısını alamamıştı.Zavallı Hasan amcanın sağılır ineği de o günlerde soğulmuş,harçlığı iyice daralmıştı.Zavallı Hasan amca bir umut  ziraat mühendisine gelmiş sıkıntısını dile getirmişti.O,halden anlayan iyi bir insandı.Hasan amcanın sıkıntısını hemencecik gidererek bu  ihtiyarı mutlu etmiş,hayır duasını almıştı…

 

   Tilki Mustafa,ziraat mühendisi için bir tezgah kurmaya çalışadursun diğer taraftan Seval Hemşire’nin başına çorap örmek isteyen doktor lakaplı Turan efendi de  iş başındaydı.Seval,beldeye geldiğinden beri halk arasında “doktor “diye ün yapmış olan iğneci Turan efendinin eski huzuru ve şöhreti sönmeye başlamıştı.Seval’in beldeye gelmesinden sonra İğneci Turan’ a iğne yaptırmaya giden kimse kalmamıştı neredeyse.Zira Seval,güler yüzlülüğü,yardımseverliği,işinin ehli oluşuyla beldenin gözdesi olmuş, İğneci Turan’ın pabucu dama atılmış,İğneci ise İğneden kazandığı paralardan olmuş ve ona iyiden iyiye düşman olmuştu…

 

   Aralık  ayının on beşi,oldukça soğuk bir geceydi.Akşam saatlerinde başlayan kar, fırtınaya dönüşmüştü.Diğer taraftan da köpekler sanki bir felaketin habercileriymiş  gibi  havlıyorlardı.Seval Hemşire’nin içinde bir sıkıntıdır vardı…Çok geçmeden pencereye bir taş atılmış ardından  ikinci taşla birlikte cam kırılmıştı.Seval,korku ile  perdeyi araladığında üç kişinin evinin çevresinden kaçarak uzaklaştığını fark etmişti alaca karanlıkta.Şükür ki  saldırganlar ileri gitmemişti.Seval,doktora veya öğretmene haber vermek istiyor ancak korkudan dışarı çıkmak değil yerinden kıpırdamaya  korkuyordu,sanki  kanı donmuştu.Seval,sabahı zor etti,neredeyse  gece  boyunca uyumamıştı.Sabah ilk işi Dr.Salim Bey’i görmek oldu.Olanları anlattı.Kısa bir araştırmadan sonra bu saldırıyı Deli İsmail adlı bir kişi ile yanına aldığı iki gencin gerçekleştirdiği anlaşıldı.Ancak bu saldırının arkasında başkası veya başkaları olmalıydı.Çok geçmeden o  da anlaşıldı.Durum,Seval’in aynen tahmin ettiği gibiydi,bu saldırıyı azmettiren İğneci Turan’dı.

 

    Seval iyice bunalmıştı.Geçen yıl,yıllık izine çıkmamıştı.Bu olaydan sonra  bu sıkıntının etkisinden kurtulmak için bir ay olsun izine ayrılacaktı.Zaten beş yıl önce İstanbul Beşiktaş’ta oturan  Hümeyra teyzesini ziyarete gittiğinde tanıştığı Olcay ısrarla kendisini İstanbul’da görmek istiyordu.Olcay,kıvırcık siyah saçlı,uzun boylu hoppa  bir gençti.Zekiydi,tıp fakültesi son sınıftaydı.Sekiz yıldır üniversitedeydi.İki yıl sınıf tekrarı yapmıştı. Derslerle,sınıf geçmekle pek ilgisi yoktu.Nasıl olsa ekmek elden su göldendi.O gönlünü eğlendirmekle meşguldü.Kış gecelerinde diskoteklerden ayrılmıyordu.Yaşadığı olaydan ve günlük stres ortamından uzaklaşmak için bu ışıltılı hayat,adeta onu çağırıyordu.Seval’in kalbi gün geçtikçe çatallanıyordu.Zira bir tarafta Öğretmen Yusuf,diğer tarafta Olcay vardı…Ama olsundu,bir ay dinlenir tekrar işine döner ilk göz ağrısı olan Yusuf’u nasıl olsa görürdü ya…Ertesi gün  ilçe sağlık grup başkanlığına giderek iznini aldı ardından ver elini İstanbul.Olcay,Seval’i terminalde  karşıladı,babasının aldığı son model BMW ile gelmişti onu karşılamaya.Seval,bir an düşündü İstanbul’da böyle rahat bir hayat varken ne işi vardı,Anadolu’nun ücra bir köşesinde…Ama içinden başka bir ses buna itiraz  ediyordu:”Hiç öyle olur mu,herkes senin gibi  düşünse insanımıza kim hizmet edecek diye?...Olcay’ın “daldın yine!”  diye seslenmesiyle kendine geldi Seval.Teyzesinin ve Olcayların evine varmak üzerelerdi neredeyse.Ancak Olcay, evlerinin yakınındaki kafede  çay içmeyi teklif  etti ona.O, bu teklifi yorgun  olduğu  için kabul etmedi ama  ertesi  gün bu teklifi değerlendirebileceğini söyledi.Nihayet teyzesinin evine varmışlardı.Hümeyra teyze Seval’in en çok sevdiği  ıspanaklı böreği yaparak Seval’e  jest yapmayı da unutmamıştı.İstanbul’da günler su gibi akarcasına geçiyordu.Olcay,Seval’e “kontes”diye hitap ediyor onu en güzel hediyelerle kendine bağlamak için az çabalamıyordu.Aslında çevresinde çok fazla kız vardı ama hiçbiri Seval’in yerini  tutmuyordu.Seval,sütten çıkmış ak kaşık gibiydi,masumdu,temizdi,onun gözünde..Seval’se İstanbul’un ışıltılı ortamına kendini  günden güne kaptırırken  izninin de sonuna yaklaştığını  hatırlayarak  zaman zaman hüzünleniyordu…Nihayet dönüş günü gelip çattı.Olcay,Seval’e Anadolu’daki görevini  bırakarak  İstanbul’da yaşaması için  ne kadar  ısrar ettiyse de  Seval’i kararından vazgeçiremeyecekti zira Seval  görevine  çok aşıktı.İstanbul’dan sonra Ankara’daki anne babasının hayır  duasını da  almayı unutmadı.Seheryeli Beldesine geldiğinde Öğretmen Yusuf’un tayinin Çankırı’ya çıktığını öğrendi.İçinden bir şeylerin koptuğunu hissetti Seval.Şu anda iki  sevdiği de ortada yoktu.Aradan  geçen bir haftadan sonra ondan bir mektup aldı.Yusuf, Çankırı’daki anne babasının rahatsızlıkları sebebiyle  tayin istemek mecburiyetinde kalmıştı.

 

   Çok geçmeden ziraat mühendis ile eşinin tayinleri Malazgirt’e çıkmış daha doğrusu Ümit Bey, bir çeşit  sürgün yemişti Tilki Mustafa’nın yüzünden.O, Ankara’daki hatırı sayılır  bir tanıdığının yardımıyla Ümit Bey’i sürgün ettirmişti.Böylece,Seval,iki önemli dayanağını kaybetmişti.Üstelik İğneci Turan gün geçtikçe çirkefliklerini arttırıyordu.Artık tek dayanağı Dr.Salim Bey’di.Ama Seval de  artık buralarda duramazdı.Durumu Yusuf’ a ilettiğinde o, ilk hafta sonunda  Seheryeli’ne  gelmiş Seval’in  buradan ayrılmasına hiç gönlünün razı olmayacağını belirtmiş ancak çabalarının boşuna olduğunu da fark ediyordu…

 

    Seval,bir yandan geldiği ışıltılı hayatı,İstanbul’da bıraktığı sevgilisi,diğer yanda ülkenin kendi halinde yaşayan,yoksulluklarla,tabiat şartları ile mücadele  eden kasaba halkın durumunu,yaşadığı türlü türlü zorlukları, halkın yalnızlığını,çaresizliğini ve en önemlisi de halkın cahilliği ile yaptığı mücadeleleri unutamıyordu.Oysa ilk atandığında otobüse binip Seheryeli Kasabası’na giderken,bir gün oradan döneceğini ve döndükten sonra ışıltılı hayatına kaldığı yerden devam edeceğini planlamaktaydı.Ancak hayatın gerçekleri ile tanışması onu artık kasabada görev yapma konusunda eskisi kadar  istekli görev yapmaktan uzaklaştırmıştı.

 

    Yusuf’a İstanbul’daki  rahat hayat ile buradaki yalnız,korumasız hayat arasında seçim yapmak mecburiyetinde olduğunu söylemiş,gönlünün İstanbul’dan yana olduğunu belirtmişti.Oysa Yusuf’un  gönlü ondan fazla uzaklaşmamaktı.Seval’e Çankırı veya Ankara’ya tayin istemesini teklif etti.Ama o,İstanbul’da geçirdiği güzel günleri unutamıyor,İstanbul’ a gitme konusundaki ısrarını sürdürüyordu.Yusuf,teklifinin ve ısrarının geçersiz olduğunu anladığından daha fazla ısrarcı olamadı…

 

    Seval,onun Çankırı’ya  dönüşünden birkaç gün sonra yeni tayin yeri olan Fatih Malta’daki  Sağlık  Ocağı’na ulaşmıştı.Seval,tatillerde bulunduğu ışıltılı  dünyanın merkezindeydi artık.İstediği zaman sevdiği Olcay ile buluşabilecek,anne yarısı olan teyzesi ile anne  özlemini giderebilecekti.Anadolu’ya ilk gidişinde olduğu kadar olmasa da  kendisini toz pembe bir hayata dönüş yapmanın mutluluğunun izleri  yüzünden  kolaylıkla sezilebilmekteydi.Ayrıca tebdil-i mekanda da ferahlık vardır,diyerek  mutluluğunu perçinlemek istiyordu.Yeni görevine başlaması için önünde on beş günlük mehil müddeti vardı.Anadolu’dan İstanbul’a döndüğünün ilk gecesini teyzesinin Beşiktaş’taki evinde geçirmiş,yolculuğun verdiği yorgunluğun acısını çıkarırcasına  ilk gecesini deliksiz bir uyku çekerek geçirmişti.Ertesi gün,kalan günlerini  ne şekilde değerlendireceği ile ilgili bir plan yaptı.İzin günlerinin önemli bir bölümünü Olcay’la geçirecek,yeni görev yerine enerji depolayarak dönecekti.O gün öğleden sonra Olcay ile Beşiktaş Dolmabahçe Kulübü’nde buluşmuşlar,saatlerce sohbet etmişler,eski günleri yad etmişlerdi.Akşam karanlığı  bastığında Seval teyzesinin evine gitmek için  ayağa kalktığında,Olcay,Seval’in koluna yapışarak “nereye gidiyorsun?Eğlence daha yeni başlıyor.”dedi.Seval de“nasıl olsa tatildeyim,tatilimi dört duvar arasına hapsetmenin ne anlamı var?”diye düşünerek,Olcay’ın davetini reddetmedi.Rengarenk süslerle süslenmiş,yanıp sönen neon ışıkları altında,yüksek desibelli müzik eşliğinde gecenin ilerleyen saatlerine kadar  çılgınlar gibi eğlendi iki  sevdalı…Bir ara Seval’in aklı  Yusuf’a  gitti.O,burada-ışıltılı  dünyada- böyle  eğlenirken Anadolu’nun ortasında Çankırı’da Yusuf  ne haldeydi ki?...Yusuf,şimdi nohut oda bakla sofa  odasında yarınki ders planını hazırlarken bir taraftan da radyodan Anadolu türküleri dinliyor ya da  karlamalı gösteren televizyonundan ya  günlük haberleri dinliyor ya da  belgesel izliyordu.Gecenin yarısında da radyodan,onun için en  lüks sayılabilecek “Arkası Yarın” tiyatro oyununu dinliyor olabilirdi...

 

    Nihayet  yeni görevine ,Malta Sağlık Ocağı’ndaki görevine başlayacağı gün gelip çatmıştı.İlk defa göreve başladığı günkü kadar heyecanlıydı.Acaba burada  onu  kimler,hangi olaylar,hangi zorluklar bekliyordu?Bu kaygıların hiçbirini derinlemesine düşünmüyor,neredeyse her şeyi ilk günkü kadar tozpembe görüyor,kendini  uçarı kelebekler  gibi hissediyordu.Ne de olsa buradaki  halk daha kültürlü,bilinçli olmalıydı.Güvenlik yönünden de zaten bir sıkıntı olmazdı…Malta Sağlık  Ocağı’nın kapısında ilk karşılaştığı  kişi  hizmetli Nazife Hanım’dı.Yaptığı işin aksine üzerinde bembeyaz bir önlük başında da yine kar beyazı bir eşarbı vardı.Elinde, itina ile doldurmuş olduğu soba kovasıyla sağlık ocağının dış kapısından  tam içeri girmek üzereydi ki Seval hemşire ile karşılaşmıştı.Karşılıklı selamlaşma ve kısa tanışmanın ardından onu Dr.Nazmi Bey’in  henüz ısınmaya başlayan odasına davet etmişti.Zira kendi odasının sobası henüz tutuşturulmamıştı.”Siz,odanızın sobası tutuşturulup  ısınıncaya  kadar doktor beyin odasında oturun,hanımım.”dedi.Kısık sesi ve yarı sıkılgan haliyle…Çok geçmeden Dr.Nazmi Bey de gelmişti.Yeni görev yeri,Fatih İlçesi’nin  küçük  bir semti olan Malta’da tek doktor,bir hemşire,hizmetli Nazife Hanım ve  bir de memur Selman Bey’den oluşuyordu.Dr.Nazmi Bey,kırk üç yaşlarında,babacan tavırlı,kır saçlı,orta boylu  biriydi.İnsana güven veren  bir yüz ifadesi vardı.Dr.Nazmi bey ve Seval Hemşire henüz tanışmaya başlamışlardı ki hizmetli  hanım sıkılgan tavrının yanı sıra saygılı bir eda ve tatlı bir ses tonu ile“af edersiniz  doktor bey,sabah kahvenizi  şimdi mi yoksa  daha sonra mı getirmemi istersiniz?”diye sordu.” Şimdi getirsen iyi olur zira Hemşire Seval Hanım’la tanışırken ona da “hoş geldin,kahvesi ikram etmiş oluruz.”karşılığını verdi.Doktor sade kahve  isterken,Seval Hemşire orta şekerli kahve istemişti. Kırk yıllık iki dostmuş  gibi  yapılan  bu   tanışma sohbetini  memur Selman Bey’in  gür sesi bölmüştü.Selman Bey,doktorun aksine otoriter görünüşlü,uzun boylu,simsiyah gür saçlarıyla otuzlu yaşlarda biriydi.Elindeki  resmi evrağı imzalatmakve Seval hemşire’ye “hoş geldiniz” demek için odaya  gelmişti.Selman Bey ile yapılan kısa tanışmanın ardından,Dotor  bey,Seval Hemşire’ye görev bölümünü  gösteren kağıdını imzalatarak onu odasına uğurladı.Sağlık Ocağı tek  katlı taş bir binaydı.Rumlardan kalma  bir bina izlenimi veriyordu.Bütün odalar gibi Seval Hemşirenin odası da gri  halıflekslerle  döşenmiş,orta  büyüklükte bir odaydı.Odanın sağ  köşesinde Seval Hemşire’nin masası,sol tarafta ise üzeri  beyaz,temiz  bir  muşamba ile kaplı sedye vardı. Masasının üzerindeki tozlar,itina ile alınmıştı.

 

   Seval Hemşire’nin ilk günü hayli sakin geçmiş,sadece altı kadar  hasta gelmişti.Hastaların çoğu da aşı yaptıranlaerdı.Böyle giderse Seval Hemşire Anadolu’daki kadar yorulmayacaktı.Halinden son derece  memnundu.

 

  Bugün,yeni görev yerindeki on ikinci günüydü…O gün,yoğun ve sıkıntılı geçeceğe benziyordu.Kenar semptlerden birinde  gariban bir adam sur dibinde ölü bulunmuştu.Otopsi için doktor ile birlikte onun da gitmesi gerekiyordu.Bu hiç mesele değildi Seval için.Zira Anadolu’da nice sıkıntılarla mücadele etmişti.Böylece o hiç tereddüt  ve  endişe etmeden  hali göstermeden  doktor ile  birlikte olay mahalline vardılar.Yapılan ilk otopsiden sonra yaşlı adamın soğuktan donarak öldüğü anlaşılmıştı.Zira zavallının ne yeri vardı ne de yurdu.Hayırsız kızı ve oğlu onu kapı dışarı etmiş,kendi kaderi ile onu baş başa bırakmışlardı.Bu garip adamcağız tıpkı Yunus  Emre’nin tarif ettiği gibiydi.Dr.Nazmi Bey,o mısraları sesli olarak mırıldanmadan edemedi.”Bir garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar/Soğuk su ile yuyalar/Bir  garip bencileyin….

 

   Günler böyle sakin sakin geçerken Anadolu’daki sevdiceği Yusuf yeni  denizlere yelken açıyordu.Bu durum  Seval için pek beklemediği bir sürpriz bir olaydı.Her ne kadar  kalbinin yarısı Olcay da olsa  a diğer yarısı hala Yusuf’taydı.Seçim yapması gerekirse Yusuf’u tercih edebilirdi.Ancak Yusuf’un anne babası  oğullarının mürüvvetini  görmeyi  çok istiyorlar,daha fazla ömürlerinin olmadığını söyleyerek adeta ona manevi baskı  yapıyorlardı.O,Seval’e sıklıkla gönderdiği mektupların bir kısmına ve çok geç cevap  aldığından Seval’in kendisinden vazgeçtiğini düşünmeye başladığından anne babasının isteklerine artık  hayır diyemezdi.Annesinin uzaktan akrabası olan Lütfiye ile bir hafta önce tanıştırılmıştı.Lütfiye,kumral,küt saçları ile oldukça güzel bir kızdı.Aslında Yusuf için yüz  güzelliğinden çok  kalp  güzelliği  daha önemliydi.Bu özellikler Seval de olduğu kadar  Lütfiye’de  de vardı.Lütfiye,üniversitede iki yıllık  muhasebe okumuş,Çankırı’da  bir muhasebe  bürosunda çalışmaktaydı.

 

   Seval’e olan aşkı hep yüreğinde bir ukde olarak kalacaktı ama Lütfiye’yi de çok seveceğinden kuşkusu yoktu.Lütfiye ayrıca dindar bir kızdı.Beş vakit namazını aksatmadan kılar,başörtüsünü örtmeden dışarı çıkmazdı.Her şerde bir hayır vardır düsturu  ile  içi  biraz  buruk da olsa Sevalsiz hayata  merhaba  demek üzereydi artık.

 

      Seval,Yusuf’tan son zamanlarda eskisi gibi sık mektup almaması üzerine Yusuf’a mektup yazdı.Neler yapıp ettiğini,kendisine eskisi kadar sık mektup yazmadığını sorarken “yoksa yeni  bir sevgili buldun?” diyerek sitem etmeyi de  ihmal etmedi.Seval’in aklına gelen evet başına gelmişti.Yusuf,temmuz ayında Lütfiye ile evlenecekti.Seval, bu haberi öğrendiği ilk günlerde her ne kadar  biraz müteesir oldu ise de gerçeği kabullenmekten başka çaresi olmayacaktı.Cevabi mektubunda Yusuf’a ebedi mutluluklar dilemekten başka bir şey diyebilecek seçeneği yoktu.

 

    Yusuf seçeneği artık ortada olmadığına göre Seval Olcay’a tamamen yönelebilirdi.Ancak,O,Yusuf’taki doğallığı,saflığı Olcay’da bulamazdı.Acaba,Olcay biraz olsun kendisine çeki düzen veremez miydi?Olcay,tıp fakültesini geçen yıl bitirmiş iki yıldır da stajdaydı.Staj günleri yoğun çalışma içinde geçtiğinden Olcay,eğlence  ortamlarından oldukça uzaklaşmıştı.İşe atıldığında onun  daha aklı başında biri olacağına inanıyordu Seval…

 

     Aylardan temmuzdu ve Yusuf ile Lütfiye’nin düğün günü gelip çatmıştı.Düğünde Seval’den başka kimler yoktu ki…Bütün akraba ve tanıdıkların dışında özellikle bütün Seheryeli yoldaşları için çok özel bir gündü,düğün günü.Hatta Tilki Mustafa bile oradaydı.Tilki,Selim Bey’e yaptıklarından pek pişmandı.Düğünde,Selim Bey’in ayaklarına  kapanmadığı kalmıştı özür dilemek için.O,”Mustafa seni Mevla affetsin,benim affetmen o kadar önemli değil.” diye karşılık vermişti.Düğün oldukça sadede idi.Lütfiye sade,tesettür gelinlik  giymişti.Yusuf ise koyu mavi takım elbise ile beyaz  bir  gömlek seçmişti.Seheryeli yoldaşları iki defa  mutluydular,görev arkadaşlarının mutluğunun yanı sıra uzun süredir bir arada olamadıkları arkadaşlarıyla buluşma  fırsatını yakalamışlardı ancak yine de küçük bir eksiklik seziliyordu düğünde o da Seval’in yokluğuydu…Seval’in gönderdiği kutlama telgrafı  bu burukluğu kısmen de olsa gideriyordu.Bu arada Selim Bey ile Nevin Hanım’ın kızları  Cansu da on yaşına  girmiş,serpilmiş çok güzel bir genç kız olmuştu.Düğünde herkesin ilgi odağı olmuştu adeta…Düğün ertesi  Seheryeli yoldaşları  birbirleriyle vedalaşırken inşallah tez zamanda Seval’in de mürüvvetini görür orada da  bir araya  gelir hasret gideririz dileklerini paylaştılar…

 

   Seval, görevinde onuncu yılındaydı.Otuz yaşına ermiş,evlenme çağı onun için de gelmiş hatta geçiyordu.Yusuf da evlendiğine göre ondan yana bir beklentisi olamazdı artık,tek umudu Olcaydı.Ama evlilik teklifinin Olcay’dan gelmesi doğal olanıydı.Olcay,bu yıl içinde göreve başlayacaktı.İstanbul dışında bir yere tayin olursa devlet doktoru olarak asla  çalışmayacaktı.Kısacası ya özel hastanede çalışacak ya da  babasının fabrikasında çalışacaktı…Eylül ayı,atama ayıydı.Olcay’ın tayin yeri Ilgaz olmuştu.Ama,Olcay,önceden de belirttiği gibi Anadolu görevine gitmeyip İstanbul’da özel bir hastanede göreve başlamıştı.Olcay,göreve başladıktan sonra daha  bir ciddileşmiş,sorumluluk sahibi  bir kişi olup çıkmıştı.Seval,ima yollu ona evlilik sinyalleri  gönderiyordu.Olcay da bu imalara karşılık vermenin artık zamanıdır diyerek Seval’in teyzesine ziyarette bulunarak  onlara sürpriz yaptı.Amacı,teyzesinin ağzından kendisinin ve  Seval’in anne babasının fikirlerini  öğrenmekti.Olumlu izlenimler edindiğinden en kısa  zamanda Seval’i  istemeye gidilmeliydi artık diye  düşündü  ve  düşüncesini ertesi gün Seval’e söyledi.Bu teklifi öğrenen Seval sevinçten havalara uçtu adeta…

 

   Ekim ayının ilk haftasıydı.Adeta  yazdan kalma bir  hava vardı.Olcay,sevdiği,Olcay’ın annesi ,babası aynı uçakla o gün Ankara’ya uçtular.Seval’lerin Kızılay’daki  evlerine  vardıklarında saat 16.00’yı gösteriyordu.Seval’lerin evi Maltepe Camii’nin tam karşısında dublex bir daire idi.Kısa tanışmanın ardından kız isteme faslına geçildi.Seyfettin Bey,o güne kadar Olcay hakkında detaylı bilgiler edinmişti ayrıca  damadının da kendisi gibi  doktor olması çok güzel bir tevafuk ve onur verici bir durumdu onun için.Seval’in annesi  Sare’nin de olumlu görüşü ile  kız isteme merasimi olumlu sonuçlanmış düğün tarihi bile  belirlenmişti.Her iki aile ve gençler fazla beklemeden en kısa  zamanda evliliklerini gerçekleştirileceklerdi.

 

     Davetiyeler hazırlandı ve düğün gününden bir hafta önce bütün tanıdıklara ve  özellikle  Seheryeli yoldaşlaraına davetiyeler ulaştırıldı.Tarihler 8 Kasım’ı gösteriyordu.Düğün,Kızılay Düğün Salonu’ndaydı.Düğün’ün en sürpriz davetlisi Yusuf’tu  hiç  şüphesiz.O,gururu bir tafra bırakarak ilk göz ağrısının düğününe icabet etmeyi ihmal etmemişti.Seval,son model,pahalı değerli taşlarla süslenmiş,yerlere kadar uzanan gelinliğiyle göz kamaştırıyordu.Olcay ise gri renkli,son model,en pahalısından takım elbise  içinde adeta bir mankeni andırıyordu.Yusuf ve eşi Lütfiye son derece  mutlu görünüyorlardı.Lütfiye,başörtüsü ile  uyumlu pembe renkli elbisesi içinde mankenleri kıskandıracak kadar şıktı.Yusuf da ondan farksız sayılmazdı doğrusu…Hepsinden önemlisi üç ay aradan sonra eski dostların tekrar buluşması görülmeye değerdi.Dostluklar bir kere daha perçinleniyordu.Üç ay arayla  iki ayrı fidana-genç çifte- CAN SUYU verilmişti.Her şeyden önemlisi bu güzel fidanlardan yeni CAN SULARININ meydana gelecek  olmasıydı…

 

   Aradan bir yıl geçmiş,Yusuf’un Can adını verdikleri bir oğulları,Seval’in ise Sude adını verdikleri  bir kız çocukları  dünyaya gelmişti.Seval şimdi doğum iznindeydi.Bütün gücünü kızına veriyor,sağlıklı bir bebeğe sahip olmaktan sonsuz  mutluluk duyuyor,Mevla’ya sonsuz şükürlerde  bulunuyordu…Olcay da günden güne olgunlaşmış,durulmuştu.

 

    Günler günleri,aylar ayları,yıllar yılları kovalamış;ilkokul,ortaokul,lise derken  üniversite yılları başlamıştı Can ve Sude için.Can,esmer,selvi boylu yakışıklı  mı yakışıklı bir genç olmuş,Sude de kumral bukleli  uzun saçları ile perileri kıskandıracak güzellikte genç bir kızdı.Can Ankara’da  Anadolu lisesini üstün derece ile tamamlayarak hayalindeki İstanbul Üniversitesi Tıp fakültesini kazanmış,Sude de aynı üniversitenin tıp fakültesini kazanmıştı.Şu tevafuka  bakın ki anne ve babası  bir araya gelemeyen eski sevgililerin çocukları aynı üniversitenin çatısı altında okuyacaklardı.

 

      Her iki genç için üniversite hayatının ilk haftasıydı.Sude çoğunluğu kızlardan oluşan arkadaşları ile kantinde sohbet ederlerken yan masada da  Can ve arkadaşları sohbet ediyorlardı.Bir ara Can ve Sude göz göze geldiler,sanki yıllarca birbirlerini tanıyorlarmışcasına aralarında bir elektriklenme oldu…

 

   O gün Yusuf oğlunu ziyaret etmek için üniversiteye gelmiş,Seval ise o gün üniversitede düzenlenen panele konuşmacı olarak katılmıştı.Panel sonunda kızı Sude ile birlikte kantinde oturmuş bir şeyler içiyor ve sohbet ediyorlardı.Çok geçmeden kantinin kapısında Yusuf ve oğlu Can  belirdi.Seval’in kalbi bir an duracak gibi oldu.Kısa bir tereddütten sonra Yusuf, Seval’in masasına yaklaşarak oturmak için izin istedi.Seval,Sude’nin bu adamı nereden tanıyorsun? dercesine bakışlarına aldırmadan Yusuf’u masalarına davet etti.Seval kızını,Yusuf ve oğluna;Yusuf da oğlunu Seval ve kızına tanıttıktan sonra  eski  günleri yad etmeye koyuldular.Bu arada Can ve Sude daha yakından tanışmanın mutluluğunu yaşıyorlardı.

 

    Anne ve babalarını bir araya getirmeyen kader,çocuklarını bir araya getirir miydi acaba?Ne dersiniz?...

 

 

GÜNEŞİN DOĞDUĞU YER ERZURUM

         13 Kasım 1988 tarihiydi. Doğu Anadolu’da genellikle kış mevsiminin başladığı tarih… O gece erkenden yatmıştım. Çünkü ertesi gün, benim için hayatımın en önemli günüydü, öğretmenlik hayatımın ilk günü olacaktı. O gece erkenden yatmama rağmen bir türlü uyuyamıyor, içim içime sığmıyordu. İlk öğrencilerimle ilk defa karşılaşacaktım. Acaba onlarla nasıl karşılaşacaktım? Ne kadar güzel olmalıydılar! Hayallerim tarifsizdi. Ertesi gün başlayacak olan büyük güne kadar olan zaman zarfındaki olaylar,  gözümün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı…

 

 İlkokula isteksiz başladığımı, okulun ilk senesinin sonlarına kadar okulu çok sevmediğimi de söyleyebilirim ancak öğretmenimin saatlerle ilgili bir soruyu bilmem karşısındaki tutumuna kadar. Hatta düşüncelerimin sarsılmaya başladığını da.  Bana “aferin” dediği ana kadar… Öğretmenimin  “aferin” sözünden sonra artık bana bir güven gelmişti ve o günden sonra okulu daha çok sevmeye başladım.

 

İkinci sınıfta birinci sınıf öğretmenim değişmişti. Bu öğretmenimi daha çok sevmiştim. Adı, Emel’di. Esmer, uzun boylu, ciddi duruşlu, titiz, disiplinli, tertip ve düzene önem veren, ilk görüşte öğrencilerini sevdiğini çok belli eden ama tanışıklık ilerledikçe ilk sıcaklığın belirgin şekilde azaldığını hissettiren bir yapısı vardı. Bu özelliğin bende de yer ettiğini ilerleyen zamanlardaki öğretmenlik hayatımda hissedecektim…

 

İlkokuldan sonra Gönen’deki Ömer Seyfettin Ortaokulu’na kaydolmuştum. Ömer Seyfettin’i   “Kaşağı”    adlı hikâyesinden dolayı ilkokuldan beri çok iyi biliyordum. Ömer Seyfettin’i daha sonraki yıllarda daha da iyi tanıdım ve onun adının verildiği bir okulda okumaktan ve doğduğu şehirde doğup büyümüş olmaktan ayrı bir mutluluk duydum. Ortaokul, lise öğrenimimi aynı okulda tamamladım. Ortaokuldan itibaren her derse ayrı öğretmenlerin girmesi en çok dikkatimi çeken husustu. Ortaokuldaki ilk yılımda en çok zorlandığım derslerden birisi İngilizce’ydi. Çünkü bu dilin Türkçe’den çok farklı bir gramer yapısı vardı, Türkçe’de yan yana gelmeyen birden fazla sesli harfler vardı. İngilizce’nin yazıldığı gibi okunmaması, okunduğu gibi yazılmaması benim İngilizce öğrenmek istemeyişimi pekiştiriyordu.  Ta ki, dönem sonuna doğru İngilizce yazılısından pekiyi derecesinde not alana ve derse giren öğretmenin beni takdir etmesine kadar… O günden sonra, hayatımda favori ders olacak olan İngilizce’yi görmeye ve günden güne sevmeye başlamıştım. İlerleyen yıllarda yaz tatillerinde İngilizce kurslarına giderek ve özel çabalar göstererek bugün İngilizce’de önemli bir yere gelmiştim. Artık çevremdekilere ve öğrencilerime yardımcı olmaktan ayrı bir mutluluk duymaktayım. Ortaokuldaki müzik öğretmenimiz de ilk dikkatimi çekenlerdendi. Hayatımda ikinci defa kadın gibi uzun saçlı bir erkeği görüyordum. İlki birkaç yıl Almanya’da futbol oynamış olan akrabamız Kazım’dı. Seksenli yıllarda, televizyon yayınlarının yaygın olmaması sebebiyle sıra dışı özelliklere sahip kişilikler görmek ilgi çekici oluyordu… Özellikle ortaokul yıllarımdaki öğretmenler çok disiplinli, sert mizaçlı kişilerdi. Disiplinden asla taviz vermiyorlardı. Onların bu kararlı, aşırı tavırları beni pek sıkmıyordu aslında... Çünkü ailemde de benzer şekilde yetiştirilmiştim. Hatta öğretmenlerimin bu kararlı tavırları ilerleyen dönemde, meslek hayatımda benim de kısmen uyguladığım disiplin anlayışının temelini oluşturacaktı. O günlerde okulumuzda müdür yardımcılığı yapan yöneticilerden biri çok sert yapılı biriydi. Ondan çok korkardım. Bir gün Fen Lisesi sınavlarına başvurmak üzere odasına korkarak gitmiştim. Beni karşısında görünce  “Sen bu okuldan mısın? Ben, seni burada daha önce hiç görmedim.”olmuştu. Bu sözdeki incelik şuydu aslında:” Benim karşıma genellikle problem çıkaranlar, kurallara uymayanlar gelir.” demek istiyordu. O karşılaşmamızdan sonra beni hafızasının iyi öğrenciler bölümüne kaydetmişti. Bunu emekliliğine yakın bir dönemde bana yaptığı bir iyilikten çok iyi anlayabiliyordum. Bu öğretmenim, ailemin de ikamet ettiği şehirde oturuyordu. O günlerde grip olmuştum, biraz rahatsızdım. Genellikle Koca Çınar’ın hemen dibindeki lokale uğradığımda hemen bana bir çay söyler ve geleceğimle ilgili konuşurdu. Kullandığı özdeyişleri ve sözleri hayatımda ilk defa duyardım. İçinde ilaç dolu bir ilaç poşetini bana uzatarak “Geçmiş olsun Nazmi, bunları kullan bakalım da iyileş.”derdi. Bu kadirşinasça davranış ne güzel bir davranıştı. Demek ki insanların sert dış görünüşleri altında böyle güzel, insancıl, yardımseverlik gibi güzel hasletler gizleniyordu. Köyden bir yaz tatili dönüşünde duymuştum ki, bu değerli öğretmenim diğer aleme göç etmişti. Şimdi, onu rahmetle anıyor, ruhu şad olsun! diyorum.

 

Okul yıllarında ilgimi çeken, sevgisini kazandığım öğretmenlerden biri de Sosyal Bilgiler öğretmeniydi. Sosyal Bilgilerin yanında bizim resim dersine de geliyordu. O gün nasıl olduysa öğleden sonra ki derse biraz geç gelmiştim. Biraz da korkarak içeri girmiştim. O an, o güler yüzlü, uzun boylu güzel insan korkumu ortadan kaldırmış, gayet tatlı bir üslupla  ”geç yerine otur.”demişti. Ama onun fiziki yapısı hala dikkatimi çeker. Başındaki saçlarının yer yer olmayışı bende takımadaları görüntüsünü çağrıştırıyordu. Bu durum biraz garibime gitse de onun güler yüzlülüğü, tatlı dili fiziki yapısındaki olumsuz görünümü unutturuyor onu daha çok sevmemi sağlıyordu. Onu  en çok   Din Bilgisi   öğretmeni ile arkadaşlık  yaparken  görüyordum. Aslında bu durum pek şaşılacak bir durum da değildi. Çünkü Din Kültürü öğretmeni de onun gibi güler yüzlü, cana yakındı. İkisi de dindardılar, okulun yakınındaki küçük camiye öğle namazları için sık sık gittiklerini görürdüm. Din Kültürü öğretmeni çok sigara içerdi. Sigaranın zararlarını iyi bildiğimden “keşke sigarayı bu kadar içmese hatta iyice bıraksa…” diye içimde geçirir ancak kendisine bir şey söyleyememenin ezikliğini hissederdim. Din Kültürü öğretmenimin bir gün derste ‘emanete ihanet etmemenin önemi;  verilen sözün tutulmasının önemini’  anlatmıştı. “Söz senettir, verdiğiniz sözü iki eliniz kanda da olsa yerine getirmeniz gerekir.”diyerek bende çok yer etmişti. İlerleyen hayat çizgimde bu sözün gereğini mümkün oldukça yerine getirmeye çalışacaktım. Ortaokulda ben de yer eden öğretmenlerimden biri de Fen Bilgisi öğretmeniydi. Sınıfa ilk geldiğinde üzerinde büyük çizgili, kareli takım elbise vardı, ceketindeki bütün düğmeleri iliklemişti. Uzun boylu, esmer biriydi, insana güven veren, samimi, heyecanlı, öğrencilerine bir şeyler öğretmekten mutluluk duyan bir insan olduğunu hissettiriyordu ki;  bu gözlemim de yanılmamıştım. Yıllar sonra ben de öğretmen olmuştum, birlikte bazı toplantılara katılmıştık. Beni çevresindekilere tanıtırken “Bu, benim hem öğrencim, hem de öğretmen arkadaşım.”diyerek ilk tanışmamızdaki samimiyetini bir kere daha hissettiriyordu. Bugün öğrencilerime heyecanla, büyük bir arzu ile ders anlatma isteği duyuyorsam bunda Fen Bilgisi öğretmenimin payı büyüktür.

 

Ortaokuldan sonra Ömer Seyfettin Lisesi’ne kaydolmuştum. Lise binasının girişinde Ömer Seyfettin’in genç, ihtişamlı tablosu ilk dikkatimi çekendi. Ömer Seyfettin’in  “Bomba, Falaka, Pembe İncili Kaftan, Forsa, Beyaz Lale”   gibi eserlerini de okumaktan büyük zevk almıştım. En çok da Pembe İncili Kaftan’dan sonra Beyaz Lale’yi beğenmiştim. Beyaz Lale adlı kitaba adını veren Lale’nin namus timsali özelliği ben de önemli yer etmişti. Zalim Bulgar subayının bütün işkencelerine rağmen namusundan taviz vermeyerek en zor anında ölümü seçmek gibi bir seçeneği kullanmak herkesin harcı değildi. Lisede de ortaokulda tanıştığım bazı öğretmenlerle beraberliğimiz devam ediyordu. Bunlardan biri de ben de İngilizce dersine ilgimin, sevgimin artmasını sağlayan İngilizce öğretmenimdi. Adı gibi inci kadar güzeldi. Giyimine çok önem verirdi. Neredeyse her gün ayrı, uyumlu elbiseler giyerdi. Uzun boylu, esmer yapılıydı. Disiplinli, kurallardan taviz vermezdi. Biraz sinirliydi. Yanlış karşısında en sevdiği öğrencisini bile azarlamaktan geri kalmazdı, dersinde kimse çıt çıkaramazdı. İngilizce’de çok iyi bir donanıma sahipti. Liseden mezun olmama   bir yıl kala  Ankara’da bir özel dershanede  çalışmak üzere okulumuzdan  ayrılmıştı. Ankara’ya yakın bir ilde öğretmenlik yaparken zaman zaman Ankara’ya gelirdim. Onun bende bıraktığı olumlu izlenimler sebebiyle bir gün kendisini ziyaret etmek istemiştim. Maltepe semtinde bir postaneden kendisine telefon ederek ziyaret etmek istediğimi söylemek üzere postaneye yönelmişken aniden kendisini karşımda görmem mi? Çok sevinmiştim, dershaneye yetişmesi gerektiğinden çalıştığı yere kadar otobüste giderken sohbet ettik. Eski sıcaklığı, samimiyeti hala üzerindeydi… Lisedeki müzik öğretmeni, ortaokuldaki derslerime giren öğretmendi. Lisedeki Fen laboratuarının üstünde müzik derslerini görürdük. Biraz da o zamanki yaş grubunun etkisi ile olsa gerek müzik dersinde biraz şımarıklık yapardık. Müzik odasının pencere tarafında oturur zaman zaman dışarıyı seyrederdik. Ercan adlı arkadaşımızın yaptığı mukallitlikler karşısında gülüşürdük. Müzik öğretmenimiz bizi azarlamaz, pek de uyarmazdı. Bugün düşünüyorum da ben o kadar sabırlı olamazdım. Ne kadar sabırlı, hoşgörülü bir öğretmendi… Edebiyat öğretmenimiz de ortaokuldan Türkçe öğretmenimizdi. Adı gibi kaya kadar sert ve disiplinli idi. Ortaokulda korku ve endişelerimiz lisede de devam edecek mi korkusunu yaşamadan da edemiyorduk. Ancak benim bir şansım vardı. Ortaokuldayken bir gün Türkçe dersinde iken   “engin” kelimesi ile cümle kurduruyordu Türkçe öğretmeni. Ben de   “Okyanuslar, engin denizlerdir.” Cümlesini   kurdum.Bu cümlemi  çok beğenmişti.O günden sonra   beni  tutmaya  başlamıştı.Bu   olumlu etki lisede de kendini gösterdi.Edebiyat dersinde  “failatün,failatün….” kalıbı ile ilgili  bir alıştırmayı  yapmam için tahtaya   kaldırılmıştım ancak  alıştırmayı yapamamıştım.O,kaya gibi sert adam, bana  karşı eski   günlerdeki  olumlu  izlenimlerin tesiri  ile olsa gerek  beni azarlamadan “otur  evladım yerine” demişti.Bu kaya   gibi sert adamı    ileride  ilçemizde  belediye   başkanı  olarak görecektik.Belediye  başkanlığı  döneminde    belediye   başkanlığını   korkarak  da   kutlamıştım.O eski  sert  bakışı   hiç değişmemişti…Ortaokul   yıllarımdan   sinirli  yapısı,selvi  boyu,zayıf   yapısı ile  tanıdığım   matematik öğretmeni  lisede  matematik  öğretmenimiz olmuştu.Öğrencilerine    daha  çok bilgi   yüklemek için  kendini  adeta   parçalıyor,yoruyor yoruluyordu.Bütün   bu gayretleri arasında  dersin  huzurunu bozan  arkadaşlarımıza  tepki gösteriyor,çok sinirleniyordu.Grip  olup da  hapşırdığı zamanlarda  “çok yaşa  hocam”  diyenlere    “çok yaşamaya  niyetim yok.”derdi.Bütün sinirli yapısına  rağmen  çok  merhametli yönü de vardı.Kendimi bildiğim günden  beri  sahip  olduğum  “baş ağrım” la ilgilendi. Baş ağrımın     tedavisi  için   benim   Bursa’ya   gitmemi tavsiye etti. Tavsiyesini tutarak Bursa’ya gittim. Hastanede benimle aynı kaderi paylaşan bir arkadaş ve annesi ile tanıştım. O güne kadar hiç tanımadığım ama tanıştıktan sonra akrabadan daha öte dostluk kurduğum bu aile ile dostluğumuz hala devam etmektedir. Bu teyzenin adı Öncel’di. Beni kendi çocukları kadar çok seviyordu. Öyle ki lise hayatımdan başlayarak üniversite hayatım boyunca devam edecek şekilde bana burs sağlamıştı. İşte böyle güzel insanlar da vardı. Hiç karşılık beklemeden yardım edebilen… Bu güzel insanı tanımamı sağlayan insan lisedeki matematik öğretmenimdi. Bu da benim hayatımdaki güzel insanlardandı. Öğrencilerine sinirlendiğinde   “boş yaşamaya niyetim yok.” Dediği gibi emeklilikten sonra çok yaşamadı, o da öteki âleme göçtü, ruhu şad olsun.

 

Güzel anılarımın yanı sıra birçok sıkıntılarla karşılaştığım lise yılarlım 1985 yılında bitiyordu… Lise son sınıfta üniversite imtihanlarına girdim herkes gibi ancak birinci üniversiteye giriş öncesi yaptığım tercihlerde kartallar gibi biraz yüksekten uçmuş olsam gerek, o yıl üniversite imtihanını kazanamadım.1985 yılı sonbaharında hem bir işte çalışmak hem de üniversiteye hazırlanmak için İstanbul’a gelmiştim. Aslında asıl amacım daha çok üniversiteye hazırlık için gerekli çalışmalarda bulunmaktı. Ama ben, ortaokul yıllarından sevmeye başladığım İngilizce sevdasının etkisi ile bir İngilizce kursuna yazılmıştım. İngilizce kursunda fark ettim ki;   önceki yıllarımda İngilizce adına pek de yeterli bilgiler edinmemişim… Kurs çıkışında Sultanahmet’te İngilizce konuşma pratiği yapmak için turist arıyor ve tanıştığım turistlerle İngilizce konuşmamı geliştirmeye çalışıyordum. Bir seferinde Fransız turistlerle Sultanahmet’ten Sirkeci’ye kadar eşlik etmiştim. Bunlar: Dede, anne ve kız torundan oluşuyordu. Dede ve anne pek İngilizce bilmediğinden ben daha çok kız torunla konuşmuştum. Bu kısa süreli arkadaşlığın sonu benim için ilgi çekiciydi. Çünkü sohbetimizin başında ben, onlara amacımın İngilizce konuşma pratiği olduğunu söylemiş ve kendilerinden para talebin de bulunmayacağımı söylemiştim. Ancak Fransız dede biz Türklerin güzel bir özelliğini gösterircesine bana harçlık vermişti…  Günler     böyle geçerken   öğrenci olduğumuzdan,öğrencilerin müzmin   sıkıntısı  olan    harçlık problemi    birinci sıradaki yerini   kimseye kaptırmıyordu.Ben  de    beraber  kaldığım oda   arkadaşlarımdan  birinin yardımıyla    ileride hayatım  süresince   unutamayacağım   güzel insanlardan  biriyle daha  tanışacaktım.Bu güzel  insan   Edebiyat  öğretmenliğinden  ayrılmak  durumunda  kalan Selim  Bey’di.Bir gün İmam  Lisesi  Edebiyat   dersine   “selamün alleyküm gençler”  diyerek  girdiği   için   öğretmenlikten atıldığını   ve  emlakçılık yapmak  mecburiyetinde   kaldığını  belirtmişti.Otuz beş-kırk  yaşlarında  gösteriyordu.Siyah düz  saçları,  kulaklarını   örtecek şekildeydi.Saçlarını  uzatmasının   sebebini de   sohbet  arasında  biraz  da   bazı  insanlara  sitem   ederek şöyle açıklıyordu: “Göz  kusuru olanlar gözlük takarlar ama  onları  kimse  ayıplamaz.Benim  de sol   kulağım iyi  işitmiyor   bu yüzden  kulaklık   kullanıyorum ama   bazı insanlar,beni  ayıplıyorlar, ben de bu yüzden  saçlarımı  biraz  uzatarak  kulaklığımı  gizliyorum.”diyordu.Ama  benim için  onun  güzelliği   başka  özelliğinde  saklıydı:Benim gibi   öğrencilere çok tanımasa bile hemen yardımcı   olma  çabasıydı.Beni   hemşerim   olan  ama İstanbul’da  oturan  bir iş adamına    göndermiş  ve   maddi  sıkıntıma   bir nebze d e  olsa  merhem olmuştu.Bana   olduğu  gibi   birçok   öğrenciye    bu şekilde  yardımcı oluyor,tatlı  tatlı sohbetler ediyordu.Böyle  güzel  insanların  sayısı  daha  çok olsa   dünya   daha bir   güzel   olurdu sanki….1986  yılıydı.İngilizce kursunun yanı sıra  gazetelerin verdiği  üniversite    hazırlık   sorularını  çözerek    o yılki   üniversite   imtihanını kazanmıştım.Üniversitem,Trakya  Üniversitesi  Sınıf  Öğretmenliği   Bölümü idi.Şimdi  de Edirne’de   konaklama  için yer  bulmak    problemi  doğmuştu.”Kul sıkışmayınca  Hızır  yetişmez .“derler ya …İşte  böyle   geleceğe  dönük   problemleri  nasıl    çözeceğimi    düşünürken bir gün,İngilizce  Kursu  arkadaşlarımdan  birinin evine   davet edilmiştim,arkadaşımın  annesi ve babası  öğretmendi.Benim  de öğretmenlikle ilgili  bir  bölümü kazanmam onlar için de  önemliydi anlaşılan…Arkadaşımın annesi,Edirne’de  ablasının olduğunu   ve    müsait ikinci  bir   evleri olduğunu  ,istersem orada  kalabileceğimi   söylemişti.Ben  de       o anda kendi kendime  “körün istediği  bir  göz  Allah   mavi lens  veriyor  iyi mi? diye düşünmeden  edememiştim bir an…Arkadaşımın  annesi   ablasının    pazar,bakkal alışverişi  gibi bazı temel ihtiyaçlarını ve yakacak   masraflarını   karşılamam şartıyla evlerinde    ücretsiz kalabileceğimi   söylemişti.Ben de  severek  kabul ettim.

 

    Nihayet Üniversiteye  kaydolmam için Edirne otobüsüne  binmiştim.Her  zaman  olduğu gibi  yine  gazetemi almış,pencere kenarındaki  koltuğa   oturmuştum.Yanıma  oturan  arkadaşla neredeyse   hiç konuşmamıştım.Yol boyunca gazeteyi en ince noktasına kadar  okumuş,bulmacasını   çözmüştüm.Edirne’ye yaklaştığımız  sırada  koltuk arkadaşımla  sohbet etmeye  başlamıştım.Meğer,koltuk arkadaşım da  aynı üniversiteye aynı bölüm için kayıt  olmaya  gitmiyormuş mu?Bana “ne çok  okudun?Okumayı çok seviyorsun,galiba?”dedikten   sonra  adını  söyledi.Bu arkadaşla üniversitenin kampusündeki  kayıt alanına gittik.Heyecandan  kalbim  küt küt atıyordu.Arkadaşım listede  adını   kısa süre içinde bulmuştu ben ise  bulamamıştım,heyecanla  birlikte   içimi  şimdi biraz da  endişe  sarmıştı.Neyse ki      bir  süre sonra  ben de  adımı listede buldum ve kayıt  olarak    Edirne  Şehir merkezinde konaklayacağımız  adrese  varmıştık.Arkadaşımın  teyzesi  Miraç  Teyze  bizi  büyük  bir  sevinçle  karşıladı.Oldukça  ihtiyar  olmalıydı;beli iki büklüm  denecek  kadar  kambur sayılırdı,yüzü,harita gibi  yer yer çizgilerle doluydu.Oysa  ilerleyen  günlerde  göstereceği  resminde   ne kadar da  güzeldi…Bizi  sanki   önceden  tanıyormuşçasına  sıcak karşıladı,hemencecik    bize   yemek  hazırladı.Otobüs arkadaşım,yemeğin ardından yapılan  kısa sohbetten sonra  kendi kalacağı adrese  gitti.

 

Miraç             Teyze’den okulun yerini sordum. Okulumun, Selimiye Camii’nin karşısında yer aldığını söyledi, Miraç teyze. Selimiye, evet Selimiye Camii hemen büyük usta Mimar Sinan’ı hatırlattı bana. Selimiye, onun ustalık eseriydi. Bunu ortaokul, lise yıllarında öğrenmiştim. Okulumun yerini öğrendikten sonra büyük mimarın muhteşem eserini görmeye gittim. Aslında bu Selimiye’yi ikinci ziyaretimdi. İlki orta son sınıfta iken başarılı öğrencilerin götürüldüğü Trakya gezisi sırasındaydı. Selimiye ile ilgili en çok hatırımda kalan, şadırvanındaki  ‘ters lale’  figürüydü. O ortaokul yılları sırasındaki gezimizde bu ters lalenin hikâyesi şöyle anlatılmıştı bize: Selimiye Camii’nin bitirilmiş ancak şadırvan alanı için caminin bitişiğindeki arsanın da alınması gerekiyormuş. Fakat arsanın sahibi yaşlı kadın çok inatçı ve aksi bir kadınmış. Israrlı çabaların sonunda arsasını cami için vermiş ancak onun hatırlanması ve aksi kişiliğinin belirtilmesi için şadırvana ters lale yapılmıştı. Selimiye Camii gerçekten muhteşemdi ancak balığın,  suyun içindeyken suyun kıymetini bilmediği gibi galiba biz de Selimiye Camii’nin kıymetini iyice anlayamıyorduk… Oysa yabancı turistler, fotoğraf üstüne fotoğraf çekerek, notlar alarak Selimiye Camii’nin muhteşemliğini teslim ediyorlardı.

 

            Ekim ayının ilk haftası olmalıydı. Üniversitede eğitim öğretim yılı başlamıştı. Okul bahçesinde mini mini birler gibi sıra olmuştuk… Siyah renkli gözlüklü, tıknaz boylu yüksekokul müdürünün kısa bir açış konuşması ve İstiklal Marşı’mızın ardından sınıflara geçiyorduk. Ben, C şubesine kaydolmuştum. Pencere tarafından orta sırada bir yere oturmuştum, Ne güzel tesadüf ki otobüsteki koltuk arkadaşım da aynı sınıfa düşmüş ve birlikte aynı sıraya oturmuştuk. İlk dersimize giren öğretim görevlisi kısa tanışmanın ardından okul numaralarımızı takdim etmişti ama o da ne, ne kadar uzun numaraydı o? Milyonlarla ifade edilen… Ama endişeye mahal yoktu, kolaylık olsun diye bizler, verilen numaranın son üç rakamını kullanacaktık. Üniversiteye başladıktan sonra bazı arkadaşların iki yıllık yüksek okulu üç yılda bazılarının ise dört yılda bitirdiğine şahit olmuştum. Anlaşılan o ki bu gibi arkadaşların üniversiteyi biran önce bitirmek gibi niyetleri yoktu, onlar kızlarla günlerini gün etmek, gezmek niyetinde olmalıydılar… Oysa ben, öyle miydim? Biran önce üniversiteden mezun olmalı, mesleğime kavuşmalı, hayatımı garantilemeli hepsinden de önemlisi geleceğin yıldızları ile tanışıp onları elimden geldiğince bilgilerle taçlandırmalıydım…

 

 Üniversiteye başladığımdan kısa süre sonra okul sekreterliği tarafından çağrılmış ve İngilizce bilgimin okuduğum bölüme göre yüksek olması sebebi ile bu dersten muaf olmuştum. Bu benim İngilizce bağımı zayıflatmıyor bilakis İngilizce’yi daha çok sevmeme yol açıyordu… Üniversite hayatım süresince Türkçe’nin doğru kullanımı ile ilgili önemli bilgiler kazanmıştım. O zaman kazandığım değerleri şimdi Türkçe öğretmenliğim süresince öğrencilerime aktarmaktan gurur duyuyorum.

 

            Orta boylu, kumral,güleç yüzlüydü  Müzik  öğretim  görevlisi,güleç yüzlü olduğu kadar  bir o kadar da  disipliniydi.Yaklaşık  doksan kişilik sınıfta  on dokuz,yirmi yaşlarındaki öğrencilerden   dersin  disiplinini bozacak  kimse  çıkamazdı.Dersle  ilgisi zayıf olanlara  “namazda gözü olmayanın  ezanda kulağı olmaz “  atasözü ile   zaman zaman  sitem ederdi.

 

            Eğitime  Giriş dersi  öğretim görevlisi Dursun Bey’di.Son derece  beyefendi,anlayışlı,melek  huylu bir insandı.Yazılı imtihanda  kopya  çekenleri bile azarlamayacak  kadar…Bir o kadar da  şakacıydı.Balıkesir’in   Dursun  Bey  ilçesinden  olan bir arkadaş  adından sonra   “ben,Dursunbeyli’yim” demişti.O da   latife  ederek benden  başka Dursun Bey nasıl olabilir?” demişti.Sosyoloji-Psikoloji dersi  öğretim görevlisi ise    şahsına  münhasır   bir   diğer   kişilikti.Her derse  geldiğinde halk arsında    James  Bond çanta  denilen   çantasını  masaya  koymadan önce   masayı  selpak mendiliyle bir  güzel siler  ondan   sonra    çantasını   masaya  koyar  ardından kendi  yazmış olduğu   ve okuttuğu   doksan yüz sayfalık  kitabını  açar  derse  başlardı.Öğretmenlik hayatım boyunca  uygulayacağım  bir metodu da  Ölçme   ve  Değerlendirme  öğretim görevlisinden öğrenmiştim”.Öğrencilerinize  not verirken  hep öğrencilerinizin  lehine  karar  verin,yeşil ışığı   öğrencilerden  yana  yakın.”derdi.Enis  Şensever, belki de üniversitede  en ilginç  kişilikti.Kavak  gibi uzun boyu,bacaklarını neredeyse  yarım metre  açarak   yürüyen,kendisinin aksine  tıknaz,kısa  boylu  bir arkadaşı ile   gezen,Resim dersi  öğretim görevlisi idi.O kadar  kalabalık sınıf sayısına  rağmen     herkesin  yaptığı resimleri tek tek inceler,yanlış yapılan  resimlerin üzerini uzun  bir çizgi ile  çizer, resmin  doğrusunu da   çizmeyi ihmal etmezdi.Bu  hasleti  ben de   benimsemiştim,ilerleyen  zaman içinde,öğretmenlik hayatımda benzer  davranışları ben de  sergileyecektim.

 

 Nihayet üniversite  hayatımın  sonuna gelmiştim.Sanki  günler  geçmiyordu.Öğretmen olmuş,öğretmenlik için  belgemi de  almıştım.Öğretmenlik  belgem ile birlikte  atamama  ilişkin diğer   belgeleri  hazırlamış ve  aynı  sınıftan    iki  arkadaşımla  Ankara’nın yolunu  tutmuştuk.Milli Eğitim  Bakanlığına  gerekli belgeleri   sunduktan sonra   arkadaşlarla   ilk   olarak  Anıtkabir’e   gitmiştik.Anıtkabir’i   gezdikten sonra    oraya   yakın bir  yerde  çay içmek istedik.Ücretini   ödemek istediğimizde çok  şaşırmıştık çünkü  garson   bizim  çevremizde  elli kuruş olan  çay için  beş lira istiyordu…Ankara’da  Gençlik  Parkı’nı,Ulus   Meydanı’nı   ve    birkaç   önemli yeri  daha    gezdikten sonra   sılamıza döndük.Artık   tayin sonucunu  bekleme  vaktiydi.Aslında   “sayılı   gün çabuk geçer derler.”Ancak    günler  bizim için geçmiyor sanki  aylar yıl oluyordu… Temmuz, ağustos, eylül, ekim ayları gelmişti ama hala ben atanamamıştım. İçimdeki heyecan yer yer hüzün ve endişe dönüşüyordu ki bir arkadaşımın verdiği müjdeli haberle hüzün ve endişe yerini sevince bıraktı…

 

Vakit nakittir diyerek fazla zaman kaybetmeden anne ve babamla vedalaşarak tayin yerim olan Erzurum’a doğru yola çıkmıştım. Ankara’ya kadar otobüsle, oradan öteye trenle gittim. Uzun mesafe trenine ilk defa binmiştim. Ankara’dan Erzurum’a neredeyse on iki saatte varabildik kara trenle. Erzurum’a vardığımın ertesi günü doğruca Kongre Caddesi’ndeki İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Kongre Caddesi yani Erzurum Kongresi’nin yapıldığı cadde, Milli eğitim Müdürlüğü de Kongre Binasıydı hani Sosyal Bilgiler, İnkılâp Tarihi derslerinde okuduğumuz Erzurum Kongresi’nin gerçekleştirildiği yerdeydim… Sevinç ve heyecanla gittiğimiz Milli Eğitim Müdürlüğü’nden atamayla ilgili aldığımız bilgi beni sukut-u hayale uğratmıştı. Çünkü henüz gideceğimiz köy okulu belirlenmemişti. En az on beş gün bekleyecektik. On beş günün  sonunda  gideceğim  köy adresi  belli olmuştu.Resmi  kayıtlarda  Halilkaya  köyü    idi   görev yerim.Ben,köyün halk arasındaki adını  bilmediğimden  Kongre Caddesi çevresinde uzunca   bir  aramadan  sonra   köy otobüsünün kalkacağı yeri bulabilmiştim.Galiba  otobüse   saat  üç sıralarında   binmiştik.Masalardaki  gibi  az  gittik uz gittik,dere tepe  düz  gittik  ama   bir  türlü  köye   ulaşamıyorduk.Görev yapacağım  köy merkeze  bağlı  bir  köy olmasına   rağmen  yüz yirmi kilometre idi.Aradan   yaklaşık altı saat  geçti.Bu uzaklığı ev  geçen  süreyi de   göz önüne alarak Halilkaya   köyüne  geldiğimizi  zannederek  zaman zaman  köye  geldik mi?diye  soruyordum.Neden sonra   köye   bir buçuk  kilometre  uzaklıktaki   dereden geçtikten sonra adeta  yılan gibi  kıvrılan  dik yamaçlı    yolu izleyerek ulaşmıştık.Otobüs  şoförü “Hoca köyün burası.”deyip çekip gitmişti.Ben,köyden kimseyi tanımıyordum adeta  öksüz  gibi  kalakalmıştım.Neden sonra  cesaretimi  toplayarak  akşamın   kör   karanlığında seçebildiğim  köylüye   muhtarın evini  sordum.Elimdeki  birkaç parça  eşya ile  muhtarın  evine  vardım.Kapıdan içeri girer girmez muhtarın  “hoş geldin hoca” nidasından sonra    çıkardığım paltoyu muhtarın  kızı   bir çırpıda alarak askıya astı.O uzun yolculuktan sonra  çok  yorulmuştum,uzun süre yemek yememiş olmama rağmen  hiç iştahım yoktu.Ev sahibini  kırmamak için   ilk defa  gördüğüm  tandır ekmeği,çay ve  tere yağ ile   karnımı doyurduktan  sonra  muhtarın  gösterdiği köy odasında   hazırlanan  yatağa yattım.Yatak,yorgan   oldukça soğuktu daha da   kötüsü   hiç  hoşlanmadığım  sigara kokusu sinmişti  yatağa.Çünkü  burası  köy odasıydı,köyde kahvehane  olmadığından   köylüler  akşamları buraya gelir,çay,kahve,sigara  içerler   ve evlerine  giderlerdi…Ertesi   sabah, esmer,orta  boylu,siyah kasketli muhtarla   okula gittik,okulun bölümlerini  gezerken  sınıfların pencere camlarının    bir kısmının  olmaması ,küçük  bir  odada  tezek denilen  yakacaklar ve  sınıfın orta yerindeki  saç silindir  soba  ilk  dikkatim çekenlerdi…O gün    kendi kendimi göreve   başlatmıştım çünkü  okulda  tek öğretmendim yani  hem öğretmen  hem müdür.Bir sonraki gün   göreve  başlama  yazımı Erzurum Milli Eğitime teslim ettim  ve  diğer  resmi  işlemlerden  sonra   tekrar  köye döndüm.Köye döndüğüm gün  cumaydı.Arada  iki gün tatil  vardı.Şimdi  bu  iki gün nasıl geçecekti?

 

   Nihayet beklenen gün 14 Kasım 1988 Pazartesi günü olmuştu. Heyecanla erkenden uyandım. Gerekli hazırlıklardan sonra saat 8.30’da okulun kapısını açtım. Öğretmenliğimin ilk yıldızları olan öğrencilerle tanışmak için okulun etrafına göz attığımda mini mini bir kız çocuğunun annesi ile okula geldiklerini gördüm. Bana yaklaştıklarında adını sordum.

 

"Adın ne?"Adım Pınar”dedi. Çekingen ve kısık bir sesle. Pınar’ın ardından ağabeyi Yener ve diğerleri geldiler. Beş sınıf bir arada olmasına rağmen sadece on bir öğrenci vardı. Daha okula ilk girişte eğri bir ağaçtan yapılmış bayrak direği dikkat çekiyordu. İki sınıflı ve küçük bir müdür odasından oluşan taş yapıdan ibaretti okulum. Sınıfın biri sadece ardiye gibi kullanılıyordu ve pencerelerinin hiçbirinin camı yoktu. Sınıf olarak kullanacağımız sınıfın ise pencerelerinin camlarının yarısı kırıktı. Sınıfın ortasındaki kocaman silindir saç soba özellikle dikkat çekiyordu. Sınıf tezekle ısıtılıyordu. Üç yıl boyunca ilkokulumdaki öğrencilerime elimden geldiğince faydalı olmaya çalıştım.

 

 

Erzurum ve köylerinde bizim batıdaki gibi kahvehaneler yoktur. Özellikle köylerde, köy odaları vardır. Köy halkı geceleri köy odasında toplanırlar, sohbet ederler. Özellikle gençler, öğretmen bekârsa onun lojmanına giderler. Köylülerle tanışmak üzere köy odasına ilk gittiğim gece selam faslından sonra gösterilen yere oturdum. Ardından odadakiler sırayla  "merhaba hoca, merhaba hoca"...demeye başladılar tek tek. Bu durum, bizim buralarda rastlanılmayan bir durum olduğundan oldukça şaşırmıştım. Halil kaya köyünde öğretmenliğe başladığımın üzerinden yaklaşık bir ay kadar geçmişti. Köyün şehre uzak olması sebebi ile bazı önemli kuru gıdaları tedarik etmiş bunun yanı sıra bir çuval da un almıştım. Lojmana gelenlerden her biri   -başta muhtar olmak üzere-"Hoca, bu unu nedecesen?"demeye başladılar."Biz, bir öğretmene bakamayacak mıyız? Bu unu kaldır hoca."dediler. Bu köyde öğretmenlik yaptığım üç yıl içinde bana daima tandır ekmeği getirerek, ekmek ihtiyacımı karşıladılar. Ayrıca bu köy ve çevre köy insanlarının misafire gösterdikleri hürmet gerçekten saygıdeğerdi. Ben de Halilkaya köyünden ayrıldığım yıldan sonraki yıllarda -bayramlarda- onlara tebrik kartı göndererek gönüllerini almaya çalıştım...  

 

 

 

 

                                                        VERONICA

 

 

       Onu gördüğü ilk an “işte o !” dedi. Uzun boylu, esmer ve yanındaki kısa boylu,sarışın,kilolu  arkadaşına göre gösterişli duruyordu....
Ahmet yüreğine söz geçiremiyor Veronica’dan gözlerini alamıyordu....
Sanki Veronica da mı ona bakıyordu? Bir an göz göze geldiler.Sanki ya da Ahmet öyle mi olsun istemişti....
Ateş istemek için yanlarına yaklaştı aslında,Veronica keşke görebilseydi Ahmet’in içindeki ateşi....
Çekingen şekilde ama gözlerini Veronica’dan alamadan “af edersiniz ateşiniz var mı?”dedi... Bira an Veronica ona bakmıştı o upuzun kirpikleri zümrüt yeşili gözleri daha önce hiç görmediği kadar güzel yüzü…Ah keşke! Veronica anlayabilseydi, istediği ateş aslında onun içinde Veronica’yı gördüğü ilk anda yanmaya başlamıştı...
Veronica onu gördüğü ilk an anlamıştı, gözleri üzerindeydi...         

  
Ahmet, uzun boylu esmer ve Veronica’nın şimdiye kadar gördüğü kimseye benzemeyecek kadar yakışıklıydı...Bir an sanki Ahmet’in bakışlarını yakaladığını hissetti,hayır bu olamazdı, hiç tanımadığı bir erkeğe bu kadar uzun süre bakamazdı ama içindekileri de nasıl durdurabilirdi?Ahmet de sanki bu bakışlardan cesaret almış gibi ayağa kalkmış yanına yaklaşıyordu...Peki ya şimdi ne olacaktı?Yanındaki arkadaşını dinliyor gibi yapıp duygularını belli etmemeye çalıştı ama Ahmet,giderek yaklaşıyordu ve Veronica kalbinin sesini şimdi daha da iyi hissediyordu...
Ahmet yanına yaklaşıp “af edersiniz ateşiniz var mı?” dedi. Evet evet bunu söylemişti yoksa Veronica, Ahmet’in gözleriyle buluştuğu o iki saniye de hayat onun için durmuş bütün  kelimeler anlamını yitirmişti...

 

  Uzun boylu esmer bayan,”Özür dilerim,ben sigara  kullanmıyorum ama arkadaşım  ara sıra kullanır,onda  çakmak var.”dedi. Adının Veronica,arkadaşının adının ise Isabel  olduğunu söyledi.Veronica adı  Ahmet’in   zihninde  özel bir yere sahipti.Yılar önce zaman zaman  Latin pembe  dizilerinden izlediklerinden birinde Veronica  adlı  dizi  yıldızı bayan sevdiği  bir tipti ve yeni tanıştığı Veronica’ya oldukça  benziyordu.Fakat dizideki Veronica daha kilolu,esmer,uzun  boylu idi.Tanıştığı  Veronica ise   dizidekinden daha güzel ve kilosu  ile boyu  orantılı bir yapıdaydı.Ahmet de kendini  tanıtarak  öğretmen olduğunu  belirtti,”sizinle tanıştığıma çok memnun oldum”dedi. Ahmet,Veronica’nın sıcak kanlılığı,güler yüzlülüğü,mütevazı  duruşundan çok etkilenmiş ve sohbetin uzaması ve daha  iyi tanışmak  için  onlara  bir şeyler  ısmarlamak  istediğini söyledi,onlar da kısa  bir tereddüt  geçirmekle  birlikte  bu nazik daveti geri  çevirmediler.Birlikte  çaylarını yudumlarlarken sohbet daha da  koyulaştı.Veronica,Türkiye hakkında  çok az şey biliyordu ve  bazı  bilgiler  edinmek istiyordu.Bu durum  samimiyeti ilerletmek için bulunmaz  bir fırsattı…         Ahmet,Türkiye’nin kuzey batısında  şirin bir kasabada  yaşadığını,Türkiye’nin  dört mevsim yaşanabilen,doğal ve tarihi   güzellikleri  ile   dünyada  ender güzellikteki  ülkelerden biri olduğunu ,özellikle  İstanbul,Bursa,İzmir,Edirne,Çanakkale  gibi  şehirlerin  tarihi güzelliklerinin görülmeğe değer olduğunu;Karadeniz Bölgesi’nin zümrüt ormanlarıyla yeşillikler  bölgesi,Akdeniz,Ege ve Marmara  Bölgelerinin ise tarihi güzelliklerinin yanı sıra  özellikle turistik sayfiye  alanları  bakımından    gezilip görülmeye değer  yerler  olduğunu  söyledikten sonra   kısaca kendinden  bahsetti.”On yıldır  öğretmenlik yapmakta,mesleğimi  çok sevmekteyim  ayrıca en önemli hobilerinden birinin yabancı  dil  öğrenmek,yabancı kültürleri tanımak  olduğunu   söyleyebilirim.”dedi.Ve  biraz da  Veronica’nın kendisinden ve ülkesinden bahsetmesini istedi.Veronica, Arjantinli olduklarını,kısa  bir yaz tatili  için  Kuşadası’na  geldiklerini ve burasını  çok beğendiklerini söyledi. Ülkesi Arjintin’in  dilinin İspanyolca  olduğunu anlattı.Ahmet ,İngilizce’sinin  oldukça iyi olduğunu ikinci bir dil olarak İspanyolca öğrenmek istediğini belirtti ancak  bu konuda “Veronica, sizin  yardımınıza   ihtiyacım var.”dedi.Veronica,”size  yardımcı olmak isterim ama  nasıl?”dedi.Ahmet  Bey de  e-mail aracılığı ile bunu gerçekleştirebiliriz  belki…”dedi.Bunun üzerine  birbirlerinin  elektronik posta  adreslerini  alarak vedalaştılar.Bundan sonra,iki arkadaş,dostluklarını  ilerletmek için  yaklaşık  bir yıl kadar e-mailleştiler.Günler  ilerledikçe Ahmet  Veronica’ya  aşklarının ebediyete kadar  sürmesi gerektiğini belirtiyor  ama Veronica’dan  henüz  istediği  şekilde yeşil ışık  alamıyordu.Yine de Ahmet,umudunu   yitirmiyordu  çünkü gün geçtikçe birbirlerine  daha  da ısınıyorlardı.Ahmet,İlişkilerinin  ciddiyetinin dozunu  arttırmak   birbirlerini daha iyi   tanıyabilmek adına Veronica ve ailesini   yaşadığı  şehre davet etti.Veronica,Ahmet’in yaşadığı  şehri görmeyi  ve ailesi  ile de tanışmayı dolayısıyla  Ahmet’i daha   yakından tanımayı çok arzu ediyordu…Veronica   ailesini  zor da olsa  Türkiye’ye gitmek üzere  ikna edebildi.Veronica,o yaz  annesi  Maria  ile  birlikte  Türkiye’ye  Ahmet  ve ailesine misafir olarak geldiler.Ahmet   Bey,Veronica  ve annesine   şehrini  gezdirdi.Veronica,Ahmet’in  şehri ile   Arjantin arsında  bazı benzerlikler  kuruyordu.Mesela,Arjantin’de  düzlük alanlar ve  çayırlıklar çoktu.Burada da  Arjantin kadar olmasa  da   düzlük yeşillik alanlar çoktu.Arjantine’dönmeden  bir gün önceydi.Veronica ile Ahmet  birlikte  deniz kenarındaki  bir çay bahçesine gittiler.O gün hava  ne kadar da  güzeldi.Rüzgar ılgıt ılgıt esiyor,denizin  görünümü  çarşaf gibiydi.Ahmet ile  Veronica  o gün   çocuklar kadar şendiler.Çaylarını yudumlarken     Ahmet,evlilik   konusunda  Veronica’nın  fikirlerini  yoklamak istedi ve bütün cesaretini toplayarak Veronica’ya  evlenme teklifinde  bulundu.Veronica da Ahmet’i   günden güne  daha  çok sevmeye başlamıştı ancak yine de bir  duraksadı Çünkü  kendisi Hıristiyan hatta  koyu sayılabilecek şekilde   koyu bir Katolikti.Anne,babası ile birlikte  çok zaman  kilise  ayinlerine  katılırdı.Bu ayinlerin  kendisini  çok tatmin ettiği  söylenemezdi ancak   başka alternatifi de yoktu.Ahmet ise  Müslümandı.Dini  kimlikleri farklıydı.Müslümanlıkla ilgili bilgisi  de yoktu,olsa bile  ailesine  bunu nasıl  anlatırdı?..Veronica  azgın deniz   dalgaları gibi  olan  bu  duygularla  mücadele ederken Ahmet’in “Veronica!”  diyen  meltem tatlılığındaki sesiyle  irkildi.”Teklifime  ne diyorsun?”diye tekrarladı Ahmet.”Şeyyy “ dedi Veronica.”Beni en çok dini  kimliklerimizin farklılığı düşündürüyor,Ahmet”dedi.”Teklifini  kabul etsem sen benim Müslüman olmamı istemeyecek misin?Ben ise  buna  hazır değilim,zaten   Müslümanlıkla ilgili  bazı olumsuzluklar dışında  olumlu  olarak   bir şey   bilmiyorum.”dedi endişeli bir ses tonu ile…

 

Ahmet  sakinleştirici   bir  ses tonu ile”öncelikle   şunu bilmeni isterim Veronica “dedi.İslam dini  hoşgörü dinidir,İslam dininin kitabı Kur’anda “la  ikrahe  fiddiyn…”yani “dinde zorlama  yoktur.”ifadesi vardır.”Sen istemedikçe seni Müslüman olmaya  kimse zorlayamaz,merak etme.”dedi Ahmet.”Bir  de ad değiştirme  meselesi var.”dedi  merakla Veronica.”O konuda da  endişelenmene gerek yok.”dedi Ahmet.”Evlendiğimizde de asıl adını kullanabilirsin sadece soy ad olarak  benim soyadımı kullanman gerekecek.dedi,Ahmet.Veronica oldukça rahatlamıştı…Veronica  ve annesi birkaç gün  sonra tekrar  Arjantin’e döndüler.Ahmet  ile Veronica  günden güne   birlerine daha çok bağlanıyorlardı.Ahmet,aralarındaki  bağı daha  da  güçlendirmek için   biraz  da  İspanyolca  bazı   bilgileri   sormak bahanesiyle daha çok e-mail yazıyordu. Bir sonraki yıl, Veronica  ve  ailesi    bir süreliğine Arjintin’e  gittiler.Bu defa Veronica  Ahmet’i  Arjantin’ davet etti ancak yol parasının  çok pahalı  olduğunu ve yolculuk süresinin de  çok uzun süreceğini  de  ayrıca belirtti.Ne olursa  olsun,Ahmet,Veronica’ya  iyice aşık   olmuştu.Ahmet   Bey,her sıkıntıyı   göze  alıp o  yıl   Arjintin’e uçtu.İlk defa  uçağa biniyordu Ahmet.Özellikle  uçak havalanırken çok heyecanlandı.Uçak,gökyüzünde belli bir yüksekliğe  ulaşınca  heyecanı yatıştı,bir süre   uçağın penceresinden  aşağı baktı,çok korktuğunu hissetti ama    güvendeydi,korkmasına gerek yoktu.Aşağıdaki   gördüğü  ülkenin  şehirlerinin evleri aynı  kitaplardaki  harita veya plan  dizaynı şeklindeydi.Daha  sonra  yüzünü   gök yüzüne çevirdi.Bulutların   oldukça  üzerinde seyrediyordu şimdi uçak.Bulutlar adeta  pamuk   yığını   gibi  ne  kadar da  hoş  görünüyorlardı.Bu esnada  uçak hafiften   bir sarsıldı,bayağı  korkmuştu Ahmet.Uçak kabin  görevlisi kısa  bir süreliğine  uçağın türbülansa girdiğini ancak endişelenecek bir  durum olmadığını söyledi.Ardından  hostesler yemek servisinin başlayacağını   söylediler.Her yolcunun yanına gelen   hostesler  ne yemek  istediklerini   soruyorlardı.İnce yapılı,esmer,çelimsiz  yüzlü  hostes baykınlı(bacon)  sandviç ve spagetti çorbası  olduğunu belirtti.Ahmet,beykın denilen yiyeceğin   domuz  eti  olabileceğini  düşünerek  kesin bilgi almak  istedi,evet beykın gerçekten de  domuz eti idi.Müslüman  bir ülke vatandaşı  olduğundan  bunun yerine  spagetti çorbasını  tercih etti ancak o da  pek  alışık olmadığı  bir yiyecek  olmamasına rağmen mecburen  açlığını yatıştırmak  için ondan yedi.Oldukça  uzun bir yolculuktan sonra  Buenos   Aires  Havaalanı’na  inmişti artık.Uçağın merdivenlerinden inerken  uzaktan Veronica’nın  el salladığını  farkedenAhmet  rahatlamıştı.Veronica,şimdi  gözüne daha  bir  güzel görünüyordu.Üzerindeki  mavi   kazağı,mavi uzun eteği ve  lacivert  paltosu  ile   podyumdaki  bir  mankeni andırıyordu Ahmet Bey için…Veronica  bu kışlık kıyafetler içindeydi çünkü  Türkiye’de  mevsim yaz iken  Arjantin’de-Güney Amerika’da şimdi mevsim  kıştı.Ahmet Bey de  lacivert  kadife pantolonu,gri, boğazlı kazağı,kaşe lacivert  ceketi  ile   gayet şıktı.Veronica ve Ahmet,hava alanı ile Veronica’nın evleri   arasındaki  yaklaşık   otuz kilometrelik  mesafeyi   tren ile kat edeceklerdi.Kırk beş dakika  süren tren yolculuğundan sonra Veronica’nın evine  varmışlardı.Evleri çok lüks olmakla birlikte çok da bakımsız değildi.İki katlı, parlement  mavisi bir renkteydi.Bahçede gül  ağaçlarının  yakınında  açmış  kardelenler ne kadar  da beyazdı,vakur  gelinler gibi adeta  defilede  gösteri yapmak için  sıralarını bekliyorlardı.Ayrıca  kardelenler kışın açan en sevdiği  çiçeklerdi.Çocukluğunda evlerinin  yakınında  karları  delerek arzı endam edişlerine   bayıldığı günleri  hatırladı  ve  maziye  daldı  bir  an….Bir de   dağ çilekleri  yok muydu   kardelenlere  benzeyen…Karın  içinde kışın soğuna inat beyaz gelinliklerini giyerlerdi.Bir süre sonra da  bilye büyüklüğünde kırmızı kırmızı meyveler verirlerdi…Ahmet,böyle   tatlı tatlı  hülyalara  dalmış gibi düşünürken,Veronica’nın heyy Ahmet!daldın gittin diyen ve tatlı tatlı  gülümseyen  yüzü ile karşı karşıya geldi ve kendini toparlayarak birlikte   evlerine  girdiler.Veronica,babası  Juan  ve  kardeşi   Jonathan ile de  tanıştırdı,Ahmet’i.Bay Juan  altmış yaşlarında,saçlarına  kırağı   yağmış  gibi saçları  beyaz  ve  yüzündeki  yer yer  kırışıkları  olan  sempatik  görünüşlü bir adamdı.Jonathan daha on beş yaşında,hafif kıvırcık,siyah saçlı,esmer tenli bir gençti.Anne Maria ile daha  önce tanışmışlardı.Hep birlikte  öğrendikleri Türkçe selamlamayı kırık  bir  Türkçe edasıyla  söylediler…

     Ahmet,Veronicaların evinde  bir hafta kadar kaldı.Bir hafta  içinde Veronica  da kendi şehrini  gezdirdi Ahmet’e.Arjantin  ve Arjantin’in başkenti  Buenos Aires   hakında   şu bilgileri  aldı:İspanyolca da "Güzel Havalar" anlamına gelen ve Arjantin'in en büyük kenti olan Buenos Aires, aynı zamanda Güney Amerika'nın da en büyük kentlerinden biridir. 2001 nüfus sayımına göre kentte 2.776.234 kişi yaşamasına karşın, bu sayı çevresindeki varoşlar

 da hesaba katıldığında 12 milyonu geçer.

Kentte yaşayanların çoğunluğu İspanyol ve İtalyan kökenli olmakla birlikte, azımsanmayacak oranda Arap, Musevi, Gürcü, Ermeni, Çin ve Kore kökenliler de bulunur. En yaygın din Katolik Hristiyanlık, resmi dili ise 

İspanyolca'dır.”diye bigi  verdi Veronica.

 

Ahmet,günden  güne Veronica’ya  daha çok aşık olduğunu  hissediyordu.Ahmet,evlilik konusunu   uygun bir anda  tekrar gündeme getirdi.Veronica,bu konuyu    öncelikle  annesi ile  değerlendirmesi  gerektiğini  belirti.Ertesi  gün   konuyu  Ahmet’e söylediği gibi önce  annesine açtı,anne Maria,durumun  buraya  varacağını az çok tahmin ettiğinden  pek şaşırmadı  aslında  ama  itiraz etmeden  de geri kalmadı.Kızı Veronica ile benzer  endişeleri  tartıştılar ayrıca  ülkelerin uzak olması,kültür farklılığı   durumlarla ilgili sıkıntılar nasıl aşılacaktı?”Kaldı ki ben kabul etsem bile baban asla  kabul etmez Veronica dedi,anne Maria.”Şimdi  anne Maria veVeronica  pek bir ikilemdeydiler.Ahmet,ertesi  gün Türkiye’ye dönecekti.Anne Maria,biraz çekinerek de olsa  konuyu baba  Juan’a  açtı .O sempatik adamın yüz ifadesi,eşinin  söyledikleri  karşısında birdenbire  gerildi,yüzündeki  kırışıklıklar  daha çok ortaya  çıktı.”İki dünya  bir araya  gelse bu iş olmaz.”dedi  baba  Juan sert bir ses  tonuyla.Ertesi sabah,Veronica,anne ve babasının  evlilikle ilgili  olumsuz kararlarını  Ahmet’e söyledi.Ahmet  temkinliydi çünkü  beklentisi  yönünde  bir  karar geleceğini az  çok  tahmin ediyordu.Bütün olumsuzluklara  rağmen iki genç  birbirinden vazgeçecek  gibi    görünmüyordu,özellikle de Ahmet.Ahmet,Türkiye’ye döndükten sonra da  Veronika  ve Ahmet  gelecekleri hakkında  konuşmaya  devam ettiler.Evlilik konusu  Veronika’nın  anne  ve babasını  da  sürekli    meşgul ederken  diğer taraftan  Ahmet’in  annesi başta  olmak üzere  babası da  bazı  endişeler  taşımaktaydılar.Ahmet,babasını    bu evliğe razı etmişti ancak  annesini  ikna etmek o kadar  kolay  görünmüyordu.Çünkü  özellikle  anneler için  genelde erkek çocukları   vazgeçilmezdiler.Ahmet’in  annesi,fiziki  olarak oldukça  zayıf,esmer tenli,ela  gözlü idi.Ruhi açıdan  ise tezcanlı,cana yakın,insanlara  yardım etmeyi seven hoşgörülü bir insandı.Hoşgörülü  olmasına   hoşgörülü idi ancak,oğlunun  birden bire böyle  yurt dışından  bir kıza  aşık  olup evlenmek isteyeceğini  nereden  bilebilirdi…O yüzden    biricik oğlu için  uzunca  bir zamandır babasının  da tanıdığı    bir  öğretmen kız  vardı.Hep onunla evlenmesini  hayal ederdi.Geleceğe dair hayaller  kurardı oğlu ve gelini  için.Ahmet ile  Selcan  aynı  köydendiler.Ahmet,çocukluk yıllarında onunla evlenmek  istediğini  düşünürdü ama geçen yıllar  içinde düşünceleri  değişmişti zaten Selcan da eski Selcan  değildi,çarşıda  karşılaştıklarında  çok zaman  Ahmet selam verir  Selcan  zoraki  bir tavırla karşılık verirdi. Diğer taraftan,Veronica’nın babası inatçı iken  annesi  daha  ılımlı davranıyordu.Veronica,babasının  bütün olumsuz  düşüncelerine  rağmen Ahmet ile evlenmekten  vazgeçmeyeceğini anne ve babasına bir kere daha iletmişti.Annesinden olumlu  yönde  sinyaller alıyordu ama  babasından  asla…

 

    Nihayet dalgalı  denizin  sakinleşmesi  zaman aldığı gibi   Veronica ile  Ahmet’in  evlilik  durumundaki dalgalanma da zaman almıştı ama  bütün olumsuzluklara rağmen   iki genç  evlenmeye  karar verdiler.Bir  temmuz ayında  Veronica ve Ahmet  sade bir  törenle evliliklerini  gerçekleştirdiler.Düğüne,Veronica’nın  babası katılmadı,anne  Maria ise  biricik kızına  kıyamazdı ve mutlu gününde  onu yalnız. bırakmadı.     Veronica’nın yeni hayatında  en çok zahmet çekeceği konu  bundan sonra dil  problemi  idi  çünkü sınırlı sayıda Türkçe  kelime biliyor eşi dışında kimse ile iletişim kuramıyordu.Bu  dil problemini  çözmek için birebir Türkçe dersleri  almaya  başladı  ama çok zorlanıyordu Veronica.Çünkü  Türkçe,İspanyolca’dan  çok farklı dildi.Türkçe ile İspanyolca’nın  tek ortak yanı  alfabenin Latin  alfabesi olmasıydı ama bu neredeyse   hiçbir problemi çözmüyordu bir de Türkçe,İspanyolca ve diğer  Avrupa  dillerinin aksine sadece sondan eklemlemeli bir dildi.

 

     Uzun uğraşlar sonunda  Veronica,kendini  az çok ifade edebilecek şekilde   Türkçe  öğrenmişti.Evliliklerinin ilk  yılı sona  ermiş  Nilgül Beyza  adını verdikleri  bir kız  çocukları dünyaya gelmişti.Nilgül Beyza,anneye çok benziyordu.Onun  gibi  zümrüt yeşili gözleri vardı.Ahmet,yaz tatilinde olduğu için Veronica ve Nilgül bebekle daha çok ilgileniyor,eşinin  Türkçe’sinin gelişmesine destek olmak için  daha çok çaba gösteriyordu.Evliliklerinin ikinci senesiydi.Veronica,anne babasını çok özlemişti,o yaz tatilinde üçü  birlikte Arjintin’e uçtular.Baba Juan  geçen iki sene  içinde eski  olumsuz  tavrını oldukça  değiştirmiş  kızını da çok  özlemişti,kızı ve  torunu   gözünde tütüyordu. Kız torun ortamın yumuşamasına  önemli katkıda bulunmuştu.Bir gün Veronica  ve  Ahmet,bebeklerini  anneanneye bırakarak  baş başa   dışarıya yemeğe çıktılar.Gittikleri lokantada Ahmet,etli yemeklerde asla  domuz eti olmamasını  tembihlemişti.Veronica,Ahmet’in domuz eti  konusundaki hassasiyetini   biliyordu.Çünkü  Ahmet,İslam dinine  göre,domuz eti,kan,leş ve Allah’tan  başkası   adına  kesilenlerin  haram olduğunu öğrenmişti.Bu bakımdan   eşinin hassasiyetini garsonaVeronica  özellikle  tembih etmişti.Buna rağmen,garson yapılan tembihi dikkate   almayarak domuz etli  bir  yemeği serviş etmişti.  Ahmet,garsonun   bu  dikkatsizliğine  bozularak  yemeği  yemeden  lokantadan ayrılmışlardı  Veronica ve eşi.Daha sonra   sadece sebze yemeklerinin servis  edildiği  başka bir  lokantaya gitmişlerdi.Türkiye’ye dönme zamanı gelmişti.İşte   şimdi  tekrar  Türkiye’de idiler.Bir ay boyunca Ahmet;Veronica’yı   Türkçe  öğretim kampına almıştı.Türkçe dili ve kuralları işleniyor daha da önemlisi  Türkçe  konuşma  pratikleri ağırlık  kazanıyordu.Artık,yavaş yavaş  komşularla da iletişim kurabiliyordu Veronica,kendine olan güveni günden güne artıyordu.Kadınlar arasında  yapılan toplantılara da katılmaya  da başlamıştı .Kadınlar arasında yaptıkları gün toplantılarında en çok dikkatini  çeken Meryem Fazilet hanımdı.Orta boylu,tıknaz yapılı,güleç yüzlü,beyaz tenli sadece ev ortamında   başını açan   bir bayandı  Meryem  hanım.Veronica,ona daha çok  Meryem   hanım demeyi tercih ederdi.Çünkü  Meryem adı annesininki ile aynıydı,sadece  yazılış ve telaffuz  farklılığı  vardı ikisi  arasında…Kadınlar grubundaki diğer  bayanlardan  bazıları  başlarını yarı örter bazıları da  hiç örtmezdi.Veronica,bu durumu  çok merak eder, yarım Türkçesi ile  durumu anlamaya çalışırdı.Aslında   bu konudaki  ilk sorusunu  biraz olsun eşi  Ahmet cevaplamıştı.Kur’an’ın İncil,Tevrat gibi Allah’ın kitabı olduğunu ve  Kur’anda  kadınların  başörtüsü kullanması ile  ilgili  ayetler-Kur’an  cümleleri-olduğunu bu bakımdan  bazı kadınların inancı  gereği başlarını örtüklerini anlatmıştı.Bu  konuyu bir kere de Meryem hanıma sormuş o da eşinin anlattığı tarzda bir cevap vermişti… Kadınlar aralarında konuşurlarken bazen  orada bulunmayan  arkadaşlarını çekiştirirlerdi,böyle  durumlarda  Meryem hanım  dedikodunun dinimiz  bakımından   hoş bir davranış olmadığını  hatırlatırdı zaman zaman…Kısa   bir  konu değişikliğinden sonra  tekrar dedikodu  içeren konuşmalar başlarsa Meryem hanım kalkar  giderdi.Meryem  hanımın  diğer  kadınlardan farklı  davranışları Veronica’yı çok etkiliyordu.Bir de  eşi Ahmet,her cuma  mutlaka mezquitaya yani camiye  giderdi.Bunun sebebini de  şöyle  açıklamıştı Ahmet eşine:”Biliyorsun üç tane semavi  din var:Yahudilik,Hıristiyanlık,Müslümanlık.Yahudilerin kutsal günü  cumartesi,Hıristiyanların Pazar günü,Müslümanların da cuma günüdür.Cuma günü  Müslümanların  bayram günüdür.Bu sebeple her cuma günü cuma namazına  giderim,diye açıklamıştı.Veronica,sahi  babam  ve dedem de  çoğunlukla  pazar ayinlerini  aksatmazlardı,annem ve  ben de  sık olmasa da  ayinlere katılırdık diye düşünerek eşini anlamaya çalışırdı.

 

    Veronica’nın  dini  anlayışında   bir farklılık yoktu.Bayan toplantılarındaki Meryem hanımın dışında  onu etkileyen  birisi yoktu hatta  eşi bile  dini konuda  ona pek tesirde  bulunamıyordu.Ahmet Bey,dini konuda  kendini geliştirmiş,bilgili bir kişi olmasına rağmen pratik anlamda  iyi  bir uygulayıcı değildi.Veronica,açık giysiler giymez ama    başörtüsü  örtmek ve başörtüsü   kullanmanın anlamını sadece  Meryem  hanımı  gördüğünde  hatırlardı…Türkiye’nin  Arjantin,İspanya veya  Amerika’dan  çok farklı yönünü göremezdi.Avrupa ülkelerinde olduğu  gibi  yaşadığı şehirde de  içkili  mekanlar  çoktu.Hıristiyanlığın aksine  İslam dininde içki içmenin haram  olduğunu da öğrenmişti ama bazı  insanlar durum böyleyken niçin içki içmekteydiler,bu durumu eşi Ahmet’e  soruyor ancak tatminkar karşılıklar alamayınca “Siz  iyi Müslüman değilsiniz.” diyerek sitem ettiği de oluyordu.Böyle  olduktan sonra   benim din değiştirmeme gerek yok diye  düşünürdü kendi kendine.

 

     Nilgül  Beyza  şimdi  iki yaşına  basmıştı.Artık bazı  kelimeleri  yarım yarım söylese de konuşabiliyordu.Bazen annesinden işitti  İspanyoca kelimelrle Türkçe kelimleri  karıştırdığı da  oluyor  çok kere  annesine  seslenirken “anniii”yerine  “mami,babasına  da  “papa” dediği oluyordu.Ama  ziyanı yoktu bilakis Beyza şanslı sayılırdı çünkü  küçük yaşlardan  itibaren ana dilinin yanında ikinci bir dili de  öğrenebilecekti…

 

    Veronica yine  gün toplantısındaydı.Her zaman olduğu gibi  hal hatır  sormadan sonra sohbet başlamıştı.Gün arkadaşlarından,sarışın,kısa saçlı,oldukça  kilolu  bir  bayan olan Gülay hanım,”Veronica,artık sen de  bizden oldun maşallah oldukça gelişti.”dedi.Estağfirullah Gülay hanım daha  pek iyi sayılmam,ama inşallah daha da  geliştireceğim Türkçe’mi,bunun için çok çaba  sarf ediyorum,dedi.Gülay hanım” Oh  Veronica,hiç öyle  şekerim,bak bizim bile bazen zorlandığımız  “estağfirullah,inşallah” kelimelerini  bile  kullanıyorsun,gerçi  böyle Arapça  kökenli  kelimeleri kullanmayı  ben sevmiyorum.Modern insanlar bu kelimeler yerine Türkçe  karşılıklarını  kullanmalı.Biraz da Meryem  hanıma  gönderme  yaparak  bir de şu türbanlılar  yok mu,namaz kılıp  oruç tutanlar,bazen onlardan   öyle nefret ediyorum ki  bunlar  hep gericiler,yobazlar…derken  sözünün  tamamlamasına  fırsat vermeden  tam karşısında  oturan Seyhan hanım  müdahelede bulundu.”Gülay hanım,biraz ileri  gitmedin mi sen?Bak,benim de  başım  açık,namaz kılmıyor,oruç da tutmuyorum ama  senin kadar  ön yargılı değilim.O,insanlar,dinlerinin  gereğini yapıyorlar,o zaman  sen  kendin dediklerini  niçin uygulamıyorsun diyecek olursan,annem babam beni dinimizin kuralarına göre yetiştirmedi.Bana besmeleyi bile  öğretmediler.Ben de çaba göstermediğim için  bugün  iyi  bir  uygulayıcı değilim ama şükür ki  inancım tam.”dedi.”Hem sen  genelde  gazete  okuyan  bir insansın,seninle  adaş olan  bir yazar var soyadını unuttum şimdi,kendisi belki de ateist ama “başörtüsü”nün bir  insanlık hakkı olduğunu,başörtüsü hürriyetinin sağlanmasının  önemini   vurgulayan yazılar yazar,zaman zaman…Gülay hanım,”özür dilerim,galiba  biraz  ileri  gittim.”dedi.Meryem hanım söze girerek evet  arkadaşım   biraz değil  çok ileri giden sözler  söyledin  daha da  kötüsü  Veronica’nın  kafasını karıştırdın oysa o bize alışmaya  bizi anlamaya  başlamıştı”dedi.Evet,Veronica’nın kafası şimdi daha bir karışmıştı.Gülay hanımın sözleri ona daha yakın  geliyordu ama Meryem  hanım da  anlamsız  ve  gereksiz konuşmazdı….Galiba,olayları  kendi seyrine bırakmak daha  iyi olacaktı.Hem eşinden zaman zaman şu sözleri işitirdi:”Bize  şer gibi  gözüken  şeylerde  iyilik,iyilik gibi gözüken şerlerde  hayır olabilirdi…”Gün bitmiş herkes  evine dönmüştü.İşittiklerini,konuşulanları eşine  anlattı Veronica.”Sen,bu olayları şimdilik  pek irdeleme ve sana  ilerleyen zaman içinde aydın din adamlarının  yazdığı  kitapları okumanı sağlayacağım bir de  Meryem hanımın tavsiyelerini  dikkate almanı isterim”dedi.

 

 Günler   ne kadar da hızlı  geçiyordu,evleneli  beş yıl olmuştu bile…Beyaza’nın  bir erkek  kardeşi   dünyaya gelmişti.”Adını,Juan veya  kardeşimin adı olan Jonathan  koyalım.” Dedi.Veronica eşine.Ama Ahmet, bunu kabul edemeyeceğini  çünkü,güzel  bir ismin,İslam dinine uygun bir ismin veya kötü anlamlı olmayan bir ismin çocuk üzerinde önemli etkisi olduğunu  biliyordu ve öldükten sonra  kişinin  babasının adı ve kendi adıyla  çağrılacağını biliyordu bu sebeplerle  Veronica’nın  teklif ettiği adı çocuğuna ad  olarak koyamayacağını   özür dileyerek reddetti. Ahmet,Yusuf’un doğumundan   kısa süre sonra  oğlunu kucağına  aldı  ve sağ  kulağına ezan sol kulağına  kamet okuyarak adını “Yusuf” koydu.kendi istediği adın   konulmaması Veronica’nın içine sinmemişti.Veronica’nın sitemli  bir şekilde davranış sergilemeyi sürdürmesi   karşısında” istersen sen oğlumuzu kardeşinin adıyla da çağırabilirsin ancak  bunu   nüfus kağıdına  yazdıramayız.”demişti,Ahmet Veronica,problemin  bu şekilde  çözümüne kavuşturulmuş olmasına  razı olmuştu.Yusuf,beyaz,yuvarlak yüzlü ela gözlüydü ve daha çok babasına benziyordu.Müjdeli  haberi,Veronica,ailesine de uçurdu.en çok da   onu  kardeşinin  adıyla da  çağırabileceğine  sevindiğini belirtmişti ailesine.Buna  aynı zamanda dayısı  Jonathan da  çok sevinmişti.Demek ki yeğenimle  aynı adı taşıyacakmışız,oleeeey! diye  bir çığlık attı…Torunlarını görmek için Mustafa  dede ile  birlikte Münevver nine ve  Nermin  hala da  gelmişlerdi.Nermin hala,esmer tenli,Ahmet’in aksine  biraz kilolu,orta  boylu açık mavi  gözlüydü.Mustafa dede  biraz  eli sıkı birisiydi ama torunlarını  çok seviyordu.Böyle durumlarda  cimriliğini  bazen unuttuğu olurdu.Öteki torununa yaptığı  gibi Yusuf’a da  bir cumhuriyet altını yaptırmıştı.”Yusuf’un saçları   biraz uzadığında  onları kesin  kızım  Beyza’ya  yaptığım  gibi  ona  da  saçlarının  ağırlığınca  altın  takacağım.”demişti.Bu değişik adetler,Veronica’nın dikatini çok çekiyordu dayanamadı ve  çocuklarının adını  koyarken  ve çocukların saçları  kesildikten sonra takılan  bu  takının  ne anlama   geldiğini sordu.Ahmet’ten önce   Mustafa  dede atıldı,”kızım,bütün bu adetler,dinimiz İslamiyet’le ilgilidir  ve Peygamber efendimiz  Hz.Muhammed’in sünnetidir.”dedi.”Peki  babacığım,”sünnet” ne demek?”dedi Veronica meraklı bir şekilde.Onu da  adı gibi  bilgili,aydın,okumayı,öğrenmeyi çok seven  Münevver nine açıkladı.Peygamber efendimizin yaptığı işlere,sözlerine veya başkalarının  yapıp da  kendisinin   onayladığı   şeylere  sünnet denir.”dedi.Veronica sordukça  yeni sorular  aklına geliyordu.Peki ya,günde  işitmiştim:Bir törenle,özel giysiler giydirilerek yapılan   bir  faaliyetiniz daha  varmış ona da  “sünnet” deniliyormuş?..Evet,ona da sünnet adı verilir ve o tören   belli yaşa gelen  erkek çocukları için uygulanır.Bu da  peygamber efendimizin sünnetidir o bakımdan  bu sünneti yerine getiririz.”dedi,Ahmet.Yusuf’u da  mı sünnet ettireceğiz  yani dedi  Veronica heyecanla,cevabı beklemeden ama  ben buna   nasıl dayanırım diye de ekledi.Mustafa dede  merak etme  kızım  teknik ilerledi eskisi  gibi   erkek  çocuklar  pek acı duymazlar sadece   sinek  ısırığı kadar   bir acı duyarlar, hem bu  çocuklara  eziyet değil  onların sağlığını  korumak için yapılmaktadır ayrıca  dinimiz  neyi yasaklarsa o insanlar için  zararlıdır,neyi  de emrederse bil ki  o da  insanlara  gerekli ve faydalıdır,kızım”dedi…

 

  Günler su gibi akıp geçiyordu…Nilgül Beyza beş yaşına girmiş,ay parçası kadar güzel  bir  kız olmuştu.Bal   köpüğü  uzun  bukleli saçları ile  tam bir taş bebek  gibi olmuştu. Yusuf ise  artık  yürümeye başlamış,bab,bab,ani ani  diye   hecelemeye  başlamıştı.Veronica,ev işlerinden arta kalan   uygun zamanlarında  ara  ara    mesıncırda   anne ve babasıyla ve kardeşiyle   görüşüyor,hasret gideriyor,çocuklarını  onlara   gösteriyordu.Bu defa Dede Juan,dayı  Jonathan nine Maria   Temmuz   ayında    torunlarını ve kızını görmek üzere  Türkiye’ye gelmişlerdi.Türkiye’deki mevsim  değişikliğine en çok dede  Juan şaşırmıştı.”Bizim orada şimdi kış,burada yaz!”diyerek  hayretini   ifade ediyordu ki  Jonathan  atıldı hemen:”Baba,bilmiyor musun,Arjantin Güney  Yarım Kürede,Türkiye ise  Kuzey  yarım Kürede,tamam oğlum tamam yaşlılığıma  ver,geldim   altmış yaşına.”dedi.Dede Juan  Yusuf’u daha  bir ayrı sevmişti   Yusuf da kendisi gibi  açık mavi  gözlüydü,Jonathan  da “adaşım benim “diyerek ayrı   bir sevgi  besliyordu  Yusuf’a…Veronica’nın ise   mutluluğuna  diyecek yoktu.Ahmet ile  evlendiğine çok mutluydu.Ahmet,yorgun olduğu zamanlar  dışında  oldukça  sakin,anlayışlı,kibar,sabırlı  bir insandı.Veronica da Ahmet kadar uyumlu,ağırbaşlı,nazik,gözlerinin içi  gülen,her şeye  hemen sinirlenmeyen  bir insandı…

 

      Ertesi gün   ramazan ayı  başlıyordu.Ahmet  ileVeronica   ramazan için  bazı  ihtiyaçlarını  almak için  çarşıya  gideceklerdi.Veronica anne  ve babasına  durumu  söyledi,baba Juan  anlamayan  gözlerle kızının yüzüne bakıyordu,durumu  anne Maria  açıkladı zira  daha   önceki  gelişinde  ramazanın ne demek olduğunu  öğrenmişti anne Maria.O gece  sahura  kalkıldı,Jonathan,Beyza ve Yusuf dışında herkes  uyanmıştı.Maria  ve Juan  sahur  sofrasına  şöyle bir bakıp   meraklarını giderdikten sonra  yattılar hemen.Veronica  hala  kafasındaki  bazı  şüpheleri  atamadığından Müslümanlığı seçmemişti ama eşinin  inancına  da büyük saygı gösteriyordu.Hatta ertesi gün  oruç kendisine farz olmadığından  niyet etmemiş  ama  o günü Ahmet ile birlikte  aç ve susuz geçirerek  oruca  dayanıp dayanamayacağını  test etmiş ve  daha  öncelerden  aklında  var olan sorulara  böylece cevap da bulmuş olacaktı.Juan dede   o gece çalınan  davulların sesinden  uyumamıştı,sabah ilk iş olarak o geceki gürültü ne idi diye sormak oldu.Veronica da  “merak etme baba  alışırsın alışırsın,ben de ilk zamanlar  yadırgamıştım,bu da Müslümanların  ramazan ayına   mahsus  bir adetidir.”dedi.Dede Juan davulun hikmetini pek anlamamış ancak   günde beş defa   yüksek sesle  söylenen  o şarkı  ne  dedi Veronica’ya.Veronica’dan  önce anne Maria  atıldı,”Bey,nasıl bizim  kiliselerimizde   ayinlerden önce  çan çalınarak insanlar  ayine  davet ediliyorsa  Müslümanlarda da beş vakit   ezan  denilen  çağrı yapılıyor ibadet için ve o duyduğun  şarkı değil,Müslümanları namaza  çağrıdır.dedi.Söz,böyle  dini konulardan açılmışken,Veronica,”baba,bizim kiliselerimiz   hep karanlık,kasvetli oysa  Müslümanların  camileri hem  aydınlık hem  ferah,bunu  biliyor muydun?”dedi.Baba  Juan,evet kızım,annen ve ben bir tarihte İstanbul’gelmiştik,sen o zamanlar çok küçüktün,kardeşin  doğmamıştı daha.İstanbul’da  Mavi Cami’yi gezdik,hayran kalmıştık.Dönüşte  tekrar  o camiyi ve Ayasofya’yı ziyaret edeceğiz.”dedi.Sohbet,dini  konu üzerine yoğunlaşmışken,elinde şekerpare tatlısı  olduğu  halde  Meryem fazilet hanım gelmişti.Veronica,hemen Meryem   hanımı ailesine tanıştırdı.”Bak anne bu  bayan   benim ikinci annem,adı da  ne biliyor musun?Adı,Meryem,yani senin adınla  aynı.Müslümanlar  Meryem annemize  ve  oğlu  peygamberimiz  Hz. İsa’ya da  çok önem veriyorlar biliyor musunuz diyerek sevinç ve heyecanını  gizleyemiyordu.Dini  konularda  bana   en çok  rehberlik eden  kişi Meryem  hanımdır ve   Meryem  hanımın bana hediye ettiği  İspanyolca  Kur’an  mealini giderken size  hediye edeceğim.Ben,nasılsa  artık    oldukça  iyi sayılacak  şekilde Türkçe  öğrendim.Kur’an’ın   mealini  bir de   Türkçesinden   okuyacağım   bu  ramazan.”dedi  Veronica.Bu konuşmalardan anne  Maria ve  baba   Juan  oldukça  etkilendiler.”Meğerse   Müslümanlar   hakkında  şimdiye kadar ne kadar da  yanlış  şeyler  öğrenmişiz  diye hayıflandılar.İlk fırsatta   hediyeni  okuyacağız kızım” dedi her ikisi de.Birkaç gün sonra   dede Juan,anne Maria  ve Jonathan birlikte Marmaris’e tatile gittiler.Çünkü  ramazan  ayında  bu sahil beldeleri daha  uzcuz  ve sakin oluyordu.Ramazan ayının sonlarına doğru Veronica’nın ailesi  İstanbul’u da  ziyaret ederek  ülkelerine uçtular.Mavi  Cami’nin yanı sıra bu defa   Fatih Camii’ni ve   Eyüp Sultan’ı da  ziyaret  ettiler ama  bu defaki   cami ziyaretlerinden ayrı bir zevk almıştı Juan ve ailesi.İstanbul’a gelmeden önce  Kur’anın  mealini    İsra  suresine  kadar okumuşlardı.Tabii ki akılarında  en çok yer eden  Yusuf suresiydi,zaman zaman  o sureyi okurken  torunları Yusuf’u hatırladılar…

 

  Artık ertesi   gün Ramazan  Bayramı idi.Ahmet  ve ailesi  hep birlikte  başta  anne babası   olmak üzere büyükleri ziyarete gittiler.Mustafa  dede  her iki  torununu da kucağına  alarak onları  sarmaladı,sevdi.Ayrıca  o sıkı  adam  her ikisinin  de avucuna   yüzer liralık  harçlık sıkıştırmıştı.Bunlar ne kadar  güzel adetlerdi  böyle…Veronica  o ramazan Kur’an’ın mealini okumuş ev gönlü   İslamiyet’e  iyiden  iyiye ısınmıştı.Bayramdan sonraki  gün Meryem  ablaya uğramış ev   artık  İslamiyet’e  girmemin sırası  gelmiş olmalı diyerek eşinden  sonra onun da  onayını  almak istiyordu.Meryem abla da  aynı  eşi gibi hoşgörülü idi,”tabii kızım,seçim senin,kendini hazır hissediyorsan ve  gönülden inanarak  İslamiyet’e gireceksen “aramıza hoş geldin  diyerek  ona  sıkıca sarıldı.Yapmam gereken çok basit biliyorum ama dilim kelime-i şahadet  getirmeye  pek dönmüyor.”dedi.Meryem abla “olsun kızım önemli olan  senin   kalbin dilin değil,söyleyebildiğin kadar  söyle tamam.”dedi”İstersen şimdi benden  sonra  tekrar  et diyerek başladılar:”Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasuluh.”İşte gördün mü  bak  korkulacak bir şey  yokmuş  bu kadar kolay işte”dedi Meryem  abla.”Ya  Meryem abla şimdi  benim   başımı da örtmem gerekecek değil mi?Namazı,orucu,Kur’an-ı okuma  konusunda  pek sıkıntı   duymuyorum da bu başörtüsü  bana  çok zor geliyor.”dedi.”Merak etme kızım,bak eşin  ve ben sana  bir günden birgün olsun  ne zaman Müslümanlığı seçeceksin  diye sorduk,seni  hiç zorladık mı?dedi,tatlı bir ses  tonuyla  Meryem abla.Günü geldiğinde,kendini hazır  hissettiğinde  başını da örtersin.”dedi.O günün akaşamında Veronica,eşini  daha bir mutlu,mütebissim karşılamıştı.Mutluluğun sebebini  daha Ahmet sormadan Veroica

 

atıldı:”Sana,çok  güzel bir haberim var Ahmet,”dedi.Ben  bugün Müslümanlığı  biliyor musun?Meryem ablanın yanında  kelime-i şahadet  getirerek Müslümanlığı  seçtim,şimdi kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum inan ki  diyerek sevincini açıkladı.Ahmet de  aramıza  hoş geldin,şimdi  annesinden yeni doğmuş çocuk kadar  temizsin,Allah  mübarek etsin”diyerek  eşini alnından öptü.”Bugünden tezi  yok,senden abdest almasını bir kere daha soracağım,bana uygulamalı  gösterir misin,ayrıca ilk namazı birlikte  kılalım,seni şimdilik  taklit ederek  namazımı kılabilirim” dedi,heyacnalı bir ses  tonu ile Veronica.O gün  ilk namazı  ikindi namazı olmuştu.Ahmet,”ikindi namazı  sabah namazından sonra  en çok  önem taşıyan  namazdır çünkü  ikindi  namazından sonra melekler  kulların  amellerini kapsayan  nöbet değişimi  yaparlar.Sana  ne mutlu ki  tertemiz bir  sayfa ile  başlangıç yaptın,Allah   gazanı  mübarek kılsın!” diyerek  onu bir kere daha  kutlamayı ihmal etmedi.

 

   Ahmet de eskisine nazaran dini hayatına  daha çok dikkat etmeye  başlamıştı,artık  günlük namazlarını da  bırakmamaya gayret ediyor,Ramazan ayı dışında da  Kur’an okuyordu hatta  bu yıl  Kur’an’ı Türkçe anlamı ile  birlikte  okumaya başlamıştı. En çok  başörtüsü  ayetleri ve namaz  ile ilgili ayetleri ve bir de Hz.Yusuf Peygamberin kıssasının  geçtiği  Yusuf suresini okurken  müteessir oluyordu.Yusuf suresini  okurken Hz. Yusuf’un güzelliği ile  oğlunun güzelliğini  karşılaştırıyor ve bundan ayrı bir  zevk alıyordu daha da önemlisi  oğlunun da  Hz. Yusuf kadar  güzelliğinin yanı sıra ahlaki  bakımdan da  onun gibi ahlaklı  ve temiz olmasını  çok istiyordu.

 

    Okulların açılması yaklaşmıştı.O yıl,Beyza da birinci sınıfa  başlayacaktı.Okula  kayıt  yapılmış,okul forması  bile şimdiden alınmıştı.Beyza,çok heyecanlıydı,bir o kadar da annesi ve babası da…İlk çocukları  okula  başlayacaktı…Beyza  o yıl   kısa zamanda okumayı yazmayı öğrendi,şimdi  resimli  hikayeleri  büyük bir tutku ile okuyordu.Her gece sütünü  içtikten sonra  mutlaka   iki sayfa  hikayesini okumadan yatmazdı.Yusuf da  dört   yaşına girmişti.Anne,babasının Beyza’ya  derslerinde  yardım edişlerini   kıskanıyor,ablasının  kitap ve defterlerini  ya karalıyor ya da yırtmaya  çalışıyordu yaramaz…  Bu arada Veronica’da bir yabancı  dil dershanesinde  İspanyolca öğretmenliği yapmaya başlamıştı.Bu onun ilk öğretmenlik  deneyimi olacaktı,İspanyolca  ana dili olduğu için bilgi  donanımı   bakımından yeterliydi ama  bir o kadar da  bildiğini aktarmak da  önemliydi.İlk derste yetişkinlerden oluşan  öğrencilerine kendisinin  öğretmen olmadığını özellikle vurgulamıştı.Yani öğretim metot ve tekniklerini iyi bilmediğinden  zaman  zaman  hatalar yapabileceğini  ima etmekteydi.İlk  kursiyerleri on sekiz  kişiydi.Çoğunluğu bayan yetişkinlerden oluşuyordu.Hepsine,niçin İspanyolca  öğrenmek istediklerini sordu ardından kısaca  İspanyolca dili  ve yapısı hakkında kısaca bilgi verdikten sonra  alfabenin öğretimi  ile derse başladı.Kursiyerlerin,İspanyolca’yı öğrenirken oldukça zorlandıklarını  çünkü  İspanyolca’nın Türkçe’den oldukça  farklı  bir dil  olduğunu anlatıyordu Veronica evde,eşine… Ama   Veronica   öğrencileri  ile çok  iyi,sıcak  ilişkiler kuruyor,hiç birisine  kaşlarını bile çatmadan yaklaşıyor,her biri ile  ayrı ayrı ilgileniyordu.Bu arada  on sekiz kişi ile başlayan kursiyerler birer ikişer azalıyordu.Veronica  bu duruma  çok üzülüyordu,yoksa  yetersiz mi  kalıyordu dersleri anlatmada?Kursiyer  sayısı on bire   kadar  düşmüştü  ancak kalan   on bir   kişilik gruptakiler nerdeyse   hiç devamsızlık yapmayanlar,verilen   ödevleri  çoğunlukla  yapanlardı.Pek de  endişelenmesine  gerek yoktu…Kursiyerlerinden birisinin   başörtülü oluşu  üzerinde ayrı etki yapıyordu.Adı,Selma’ydı.Selma,dil öğrenmeye  oldukça  istekli ve gayretli idi.Başörtüsünün   ona pek de  yakıştığını  düşünüyor  hele hele  hergün  farklı  eşarplar  takarak   böyle  de  modern olunabileceğini  düşünüyor  eski  takıntılarından günden güne sıyrıldığını  düşünüyordu,acaba bir gün kendisi  de böyle  olabilecek miydi?...O yıl Ahmet’in işi  oldukça  zordu,okul işleri  bir taraftan,çocuklarla ilgilenmek diğer  taraftan olmak üzere…Şükür ki  anne Münevver  hanım,Yusuf’a  gün boyu bakıyor,ondan yakından ilgileniyor böylece  Ahmet’i  ve eşini   bir nebze olsun rahatlatıyordu.Yusuf’un  arada yaramazlıkları tutuyor.Babaannesi  örgü örerken  usulca arkasından  yaklaşıyor,ya babaannesinin başörtüsünü çekiyor ya da  örgü şişini çekiyordu,bazen de  babaannesi namaz kılarken tespiğini alıyor saklıyordu.Babaanne:

 

-Vah küçük  yaramaz,büyüdün de  yaramazlık,maskaralık yapmaya   başladın diye  tatlı tatlı çıkışırdı. Yarı yıl  tatili ile birlikte herkes tatile girmişti.İspanyolca  birinci  kur bitmiş  ikinci kura  katılmak üzere birinci kurdaki   kursiyerler dilekçelerini teslim etmişlerdi.Bu da Veronica’nın öğrencilerince  sevildiğini,kendisinden memnun olunduğunu  ifade ediyordu.Beyza’nın  karnesi hep pekiyilerle  doluydu.Karne hediyesi olarak tabii ki   resimli hikayeler  alınmıştı,Beyza  daha tatilin ilk gününden   onları zelve  okumaya  başlamıştı.Yusuf da  çizgi  film  izlemekten  usandığı için ona  da boyama kitapları,yapbozlar alınmıştı.Sayılı günler   çabuk geçerdi,yarıyıl tatili de  göz  açıp   kapayıncaya kadar  bitmişti.Şubat ayının ikinci haftasıyla  birlikte Veronica,İspanyolca  Kursu’na,Ahmet ve Beyza  okullarına  dönmüşlerdi.Küçük yaramaz   Yusuf yine babannesi ile baş başaydı.Güneşli  güzel günlerde  dedesi ile  parka gidiyorlar,dedesi onu kaykaylara,salıncaklara bindiriyor,eğlendiriyor namaz vaktinde ise birlikte camiye  gidiyorlardı.Yusuf dedesini taklit ederek onun gibi yatıp kalkıyordu…O yılki eğitim öğretim  dönemi de sona ermiş,İspanyol Kursu kursiyerleri başarılı  şekilde sertifakaları  almışlar,öğretmenlerine çok teşekkür ederek ve “Adiyos”(Allaha ısmarladık) diye vedalaştılar.Ahmet de Beyza da  yaz tatiline çıkmışlardı.Dinlenmeyi iyice hak etmişlerdi.Bu yaz tatil  ödülü  olarak  Beyza ile  birlikte annesi ve kardeşi Yusuf Arjantin’e gideceklerdi.Fakat  orada  kış vardı.Neyse  çokça  kar yağdığında dedesi ile   birlikte kardan adam yapabilir hep birlikte   kar topu  oynayabilirler,Arjantin’e has yemekleri  tadabilirlerdi…Uzun bir yolculuktan sonra  Arjantin’e ulaşıldı.Dede Juan ve  nine Maria veJonathan onları  büyük   bir özlemle   kucakladılar.Jonathan şimdi   yirmi yaşında  yakışıklı bir delikanlıydı.Mimarlık okuyordu.Dede Juan,yetmiş yaşında,nine  Maria ise altmış sekiz yaşına basmıştı.saçlarındaki  kırlıklar  daha bir çoğalmıştı.Dede  Juan  ve Maria nide eskisi kadar  kilise ayinlerine ilgi duymadıklarını hatta  bir yıldır  hiç  kiliseye gitmediklerini söylediler.Veronica  bunun sebebini sorunca:

 

-Biliyorsun kızım,sizden ayrılırken bize  İspanyolca  Kur’an  tercümesi vermiştin.Orada  özellikle dikkatimizi  çeken şu  oldu:

 

-Kur’an kitabının  birkaç yerinde  Allah’ın sadece  tek olduğunu özellikle  belirtiyordu.Oysa  bizim inancımıza  trinite(üçleme)  inancı  var biliyorsun.Yani baba,anne  oğul  üçlemesi.Bunun ne kadar  yanlış ve anlamsız   bir  düşünce  olduğunu  analdık dedi  baba  Juan,aynı şekilde  söylenenleri anne  Maria da başıyla tasdik ediyordu.Veronica  tam yeridir diyerek:

 

-Anneciğim ve babacığım,size bir diyeceğim var.İkisi de meraklanmışlardı:

 

-Bizi  meraktan çatlatma   kızım,neymiş  söyleyeceğin söyle hadi,dediler.

 

-Babacığım ve  anneciğim  ben  yaklaşık  bir yıl kadar önce Müslümanlığı seçtim dedi Veronica biraz  çekinerek.

 

Anne  baba  bu  sürpriz karşısında  ne diyeceklerini  önce  bilemediler,hatta  biraz da  yüz ifadeleri  olumsuz  şekilde  değişmişti.Ama,Kur’an tercümesini  ve İslamiyetle ilgili okudukları kitaplar sayesinde daha  aşırı  tepki göstermeyerek  durumu  kabulendiler.Veronica,Arjantin’de  kaldığı süre zarfında Veronica,hiç namazaını  bırakmamıştı.Zaman zaman  anne  ve babasının imalı   bakışlarına da maruz kalmıyor değildi.Özellikle  Jonathan ablasının hareketlerine bir anlam veremiyordu,öğrenmek için de  çaba  sarfetmiyordu,anne  babasına  hediye edilen  Kur’an tercümesini de  hiç merak edip  okumamıştı.Tamamen  boşlukta olan bir gençti…Oysa Veronica şöyle düşünüyordu:

 

-Ey yüce Allah’ım sen ne kadar büyüksün,Meryem ablanın sohbetinden öğrendiğime göre sen insanları yeryüzünde  “halife” vekil olarak  yarattın.Biz insanlara  ne kadar  değer veriyorsun? Öyle ki bizi yeryüzünde   vekil  olarak  yarattın.

 

Sana  sonsuz şükürler,keşke  anneme,babama ve  özellikle de  kardeşime  İslam  şuuru nasip olsa  diye düşünmeden edemediği gibi  her namazın ardından  onlara hep dua ediyordu.

 

           Ahmet, Nilgül  Beyza’yı,üçüncü sınıfı bitirip  dördüncü sınıfa  geçtiği  yaz tatilinde onu camiye  Kur’an  öğrenmeye  gönderdi.O yaz,Nilgül Beyza Kur’an okumayı  öğrenmiş  hatta oldukça geliştirmişti de … Veronca’nıneşinin  ahenkli Kur’an okumasından  bazen de güzel  sesli müezzinlerin ezan okumalarından etkilendiği oluyor,yüzünde  ayrı bir   tebessüm   ve mutluluk  oluşuyordu.Oysa  bundan  beş yıl kadar  önce  öylemiydi ya! Özellikle  sabah ezanlarından çok rahatsız oluyordu.”Bu ne  böyle,ses neredeyse  aya  ulaşacak!”diyerek aşırı tepki gösteriyordu…Hele  hele  ramazan ayı geldiğinde  çalınan  davul sesinden aşırı nefret ediyordu.Ahmet  Bey’in oruç tutmasını ilk zamanlarda anlamlandıramıyordu,niçin bu kadar uzun süre aç susuz kalıyor,nasıl dayanıyor?diye düşünür ancak  olumsuz tepki göstermezdi,hatta bazı zamanlar  sahur  yemeğini  kendisi  hazırlar,oruç tutmadığı halde  eşine   eşlik ederek ona saygı gösterirdi.Bu saygılı tavrı  Ahmet’in gözünden  kaçmamış   ev ona  şu   kıssayı anlatmıştı: Bir Yahudi vatandaş ,bir gün  oğlunun dışarıda  yiyip içtiğini görmüş ve  onu sert bir şekilde   uyararak,”sen  Müslümanların kutsal ayına  saygısızlık etmekten utanmıyor musun?”dediğini   ve bu vatandaşın  kısa  bir süre sonra  öldüğünü ve  yakınlarından birinin   onu cennete olduğunu görmesi ,“Müslüman değildin,nasıl oldu da   cennete  girdin?”demesi üzerine,o kişi “Evet  ben Dünyada iken Müslüman değildim  ancak  oğlumun Müslümanların  ramazan ayına  saygısızlığına  karşılık onu uyardım ve azarladım ve bir daha  aynı hatayı  yapmamasını tembihledim,bu sebeple  Allah  ölümüme  yakın bir zamanda  bana    iman nasip etti ve ben şimdi buradayım.”demişti. Bu kıssayı dinledikten sonra açıktan yiyip içmemeye çok dikkat ediyordu…Bu kıssadan  çok etkilenmiş  ve “bir sonraki ramazanda  ben de   oruç tutacağım  demişti.”

 

        O yıl  Beyaza  dördüncü sınıfa,Yusuf  da  birinci sınıfa  başlamıştı.Yusuf,en az  Beyza kadar zekiydi,özellikle matematik dersinde çok başarılıydı.Bu yüzden  sınıf öğretmeni  onu ayrı  bir severdi.Okuma yazma  öğrendiği  günlerde,öğretmenin verdiği   ödevleri  harfiyen yapar düzgün yazmadığını düşündüğü yerleri siler tekrar  tekrar  yazar,kendi kendine stres yüklenirdi.Anne babası da   bu durumdan  biraz olumsuz etkilenmişler ve Ahmet  Yusuf’un  öğretmeniyle  bu konuyu  özellikle  konuşmuş  ve çözüme  kavuşturmuştu…Ahmet ve Beyza  haftada  bir gün olsun birlikte  Kur’an  okurlardı  yanık sesleriyle…Veronica’nın yanı sıra Yusuf:

 

-Bize ne zaman  Kur’an öğreteceksiniz? Diye  sitem ederlerdi.Ahmet Veronica’ya:

 

-Sen istediğin  her an  öğrenmeye başlarsın,yeter ki sen iste dedi.Yusuf’a:

 

-Sen biraz sabret beyefendi,yazı bekle,ablanla  birlikte  camiye gider o, Kur’anı okumayı geliştirirken sen de  Elif Cüzünden  Kur’an okumasını öğrenirsin,dedi.

 

     Ahmet,oğlunu  cuma günleri  mutlaka  yanında camiye götürmeyi  ihmal etmezdi.Yusuf,söz dinleyen,masum yüzlü,çok konuşmayan,çok çalışkan  bir çocuktu.Okulda  en iyi olduğu ders matematikti.İkinci sırada   Türkçe  ve İngilizce  geliyordu.Ablası ile  birlikte İngilizce,Türkçe,İspanyolca sıkrabl  oyunu  oynarlardı sık sık.Zaman  zaman  annelerini de  oyuna  dahil ederler,anneleri  Türkçe’de  genellikle  kaybeden olurdu.Yusuf,annesi ile yarı alaysı  bir şekilde “Ah be anne, on bir  sene  oldu,hala  şu  Türkçe’yi sökemedin  diye takılmaktan zevk alırdı.Annesi  de  “sen  de  İspanyolca’da yeniliyorsun  ne haber delikanlı “diyerek adeta ondan   tatlı tatlı öcünü alırdı…
                                                                                Sürecek  Muallim Necmi-2012

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 
  Bugün 22 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol