|
|
|
GERÇEK SEVDA
Kalbimin hiç tanımadığı duyguları daha yeni yeni hissetmeye başladığı dönemlerdi,lise ikinci sınıfa gidiyordum.Çalışkan bir öğrenci olmamama rağmen hep arka sıralarda otururdum.Çevremde bir çok erkek ve kız arkadaşlarım vardı ama bir gariplik vardı,mutlu değildim. Sanki aradığım başka bir şeydi.Her akşam eve gelir odama çekilir, ağlardım.N’oluyordu bana anlayamıyordum.Bir gün yine arkadaşlarla beraberdim.Beraberdim derken nasıl bir beraberlik;onlar bir araya toplanır,gülüp eğlenirlerken bense bir kenara çekilip içimdeki fırtınaları dinliyordum her zamanki gibi.Artık arkadaşlarım da alışmıştı bu durumuma.Yanıma gelip oturduğunu hiç fark etmemişim,ta ki sanki çok derinlerden gelen bir “çok dalma boğulursun” sesini duyana kadar.Başımı kaldırıp baktığımda bu sesin sahibi Suna’ydı.”Niçin yalnız oturuyorsun?” dedi,”Bilmiyorum.” Dedim.”Kimse seni anlamıyor,hatta kendin bile kendini anlamıyorsun değil mi?” dedi.”Evet” dedim.”Ben de bu yüzden yanına geldim zaten.” dedi,”Ben de aynı durumdayım,seni arkadaşlarından ayrı derin düşüncelere dalmış görünce işte benim gibi biri daha” dedim ve ilk defa onun yüzüne dikkatlice baktım,o anda kalbim durdu sanki donup
kalmıştım.Suna düz kumral küt kesilmiş saçlarıyla sanki gök yüzünde bir mehtaptı.Sunaları kıskandıracak güzellikteydi o.Ondan ne zaman ayrıldım,eve nasıl geldim,bilmiyorum.O gün sürekli onu düşündüm.Sanki aradığım şey buydu hissedebiliyordum bunu…
O günden sonra her gün buluşmaya başladık,evleri bir mahalle ötedeydi,bizim mahallede akrabaları vardı.İlk tanıştığımız gün onlara gelmişlerdi.Böylece aylar geçti,artık ailelerimiz de biliyordu ya ben onlara gidiyordum ya da o bize geliyordu.Yani her günümüzü birlikte geçiriyorduk…
Ama ikimizin de anlayamadığı bir şeyler vardı,birbirimizi çok seviyorduk,görmeden yapamıyorduk.Arkadaşlık değildi bu çünkü diğer arkadaşlarımızı da seviyorduk,bu çok farklı bir şeydi.Kimseye de soramıyorduk.Nasıl soralım ki…Biz bile bilmiyorduk ne olduğunu,bu çok yoğun duyguların etkisiyle bazen mutluluktan bulutlara kadar çıkıyorduk,bazen de o küçücük kalplerimize sığdıramadığımız ve bir türlü anlamadığımız duygular dünyasında sebepsiz yere ağlıyor,gözyaşlarımızı birbirimize hediye ediyorduk…Belki size saçma gelecek ama birbirimizi ilk gördüğümüz günü anlatmıştım.Ondan sonraki ilk buluşmamızda biraz konuştuktan sonra bir ara göz göze gelmiştik ve daha ne olduğunu anlamadan ikimiz de sebepsiz yere birden bire ağlamaya başlamıştık.Hem de ne ağlama sanki hiç bitmeyecek gibiydi göz yaşlarımız.Sel olan göz yaşlarımız neredeyse oturduğumuz şehri götürecek kadar çoktu…İşte o günden sonra bir daha birbirimizin yüzüne uzun süre bakamadık,hatta çoğu zaman sırtlarımız birbirimize dönük otururduk.Bir gören olsa bize gülerdi herhalde,ama elimizde değildi ki bakamıyorduk işte…
Ama ne olursa olsun o kadar mutluyduk ki…Artık ne güneşin doğuşunun,ne çiçeklerin kokusunun,ne de kuşların aşk şarkılarının farkındaydık,biz birbirimizde kaybolmuştuk adeta…
Biz,yazları genelde dedemin bağ evimizde geçirirdik.Bahçe işleriyle uğraşmak bana ayrı bir mutluluk veriyordu.Sebzeleri sulamak,otlarını yolmak ayrı bir zevkti ama Suna’nın yerini yine de hiçbir şey dolduramazdı.Suna da tanıştığımız yılın yazında kısa süreli de olsa akrabalarının yanına gelmişti.O da çok seviyordu doğayı;çiçekleri,hayvanları…Ortak okul arkadaşımız Nevinlerin bahçesinde alı al, sarısı sarı, iri iri elmalar olurdu.O güzelim elmaların bu güzelliğe erişmesinde Ali dayının cefakar çalışmaları yadsınamazdı.Artık o güzelim elma,kiraz,şeftali bahçelerinin yerinde yeller estiğini görmek beni müthiş derecede hüzne boğmakta..Bugün elma,kiraz bahçelerinin yerine kurulan balık çiftliği bile o eski doğal havayı asla geri getirememekte…
Elmayı çok sevdiğimi iyi bilirdi Suna.O gün yayvan sepete Nevinlerin sarı kırmızı elmaların en iyisinden koymuş olarak bizim bahçeye gelirken piri fani, nurani yüzlü Veli amcayla karşılaşmış yolda.Veli amca:”Kızım bu elmaların hepsi de ne kadar güzel, kaç tane elma var sepette?”diye takılmış. Suna “İnsan hiç sevdiğine götürdüğü elmaları sayar mı?”deyince Veli amca elindeki tesbihin ipini koparıverir.Tesbih taneleri etrafa saçılır.Bir daha sevdiğine sayılı hamd etmeyecekti Veli amca.Suna ona büyük bir ders vermişti farkında olmadan…Suna bunları anlatırken Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/Bana seni gerek seni/ mısraları geçti aklımdan bir an.Aslında Suna ile benim aramdaki bu müthiş sevgiyi veren de Mevla idi.Bizim sevdamızın üstünde Mevla sevgisini tadabilmek paha biçilmez bir sevda olmalıydı.
Bu mutluluk, ta ki bir akşam bizim evin zili uzun uzun çalana kadar sürdü.Kapıyı annem açtı,gelen onun dayısının kızı Semra idi.Anneme bir şeyler söyledi,annem de hemen babamla bir şeyler konuşup,bana da “sen evden ayrılma biz hemen geliyoruz.” diyerek aceleyle evden çıktılar.Ben de hemen arkalarından çıktım,hava kararmıştı,beni görmesinler diye onları uzaktan izledim,bir müddet gittikten sonra bizim evin az ötesinde bir mağaza vardı,orada bir kalabalık gördüm,oraya gidiyorlardı,biraz daha yaklaşınca babam koşmaya başladı,yerde yatan biri vardı.Ben de biraz daha yaklaştım,babam yerde yatan kişiyi kucağına almıştı,birkaç adım daha yaklaştım ve kalbime binlerce ok birden saplandı sanki,yerde yatan benim meleğimdi!..O da beni gördü,eliyle bana gelme diye işaret etti ve bana bir şeyler söylemek için ağzını açtığında,ağzından kan boşaldığını gördüm,yanına gittim,o güzel başını babamın kucağından kendi kucağıma aldım,hafifçe gülümsedi ve bak dedi “n’apmışsın yeni gömleğine,onun kanına bulanmış gömleğimi göstererek,bir hafta önce doğum günümde o almıştı,ve birden başını karanlıkta benim seçemediğim kazanın olduğu bir yere çevirip “tüh yaa!” dedi,ne demek istediğini anlamamıştım,başını tekrar çevirdiğimde ölmüştü,ondan sonrasını hatırlamıyorum,gözümü evde açtım,orada bayılmışım,beni doktora götürmüşler sakinleştirici yapmışlar,uzun süre baygın halde yatmışım.
Kendime gelir gelmez ağlamaya başladım,kimse müdahale etmedi,doktor “ağlarsa müdahale etmeyin.” demiş,tekrar kendimden geçene kadar ağlamışım,ondan sonraki günlerde gözyaşım hiç dinmedi,aradan bir buçuk ay geçmişti,bir gün anneme onlara gitmek istediğimi söyledim,annem önce kabul etmedi ama yalvarmalarıma dayanamayıp bir şartla kabul etti,”gideriz ama orada ağlayıp annesini üzmeyeceğine söz verirsen” dedi,ben de söz verdim ve gittik,bir süre oturduk ama ben kendimi zor tutuyordum ağlamamak için…”Bak oğlum” dedi annesi,birbirinizi ne kadar çok sevdiğinizi hepimiz biliyoruz,ne kadar üzüldüğünü de biliyorum ama senden bir ricam var.”dedi.”Kızım son nefesini senin kucağında vermiş,bana son anlarını anlatmanı istiyorum.”dedi.Şaşırdım,nasıl anlatabilirdim ki,anneme baktım boynunu büktü,ben de onu üzmeyecek şekilde anlattım ama bir ara karanlıkta bir yere bakıp “tüh yaa” dediğini anlamadığımı söyleyince,annesi bana sarılıp öyle bir ağlamaya başladı ki,ben de zaten zor tutuyordum kendimi,ikimiz de uzun süre ağladık,
biraz sakinleştikten sonra,artık bu dünyada yaşamam için hiç bir sebebin kalmadığına karar vermeme sebep olan şeyi anlattı:
O gün annesi evlerinde benim çok sevdiğim bir yemeği yapmış,anne demiş “bu yemeği İlkay çok sever,bizim yiyeceğimiz kadarını ver ben İlkaylara gidip onunla beraber yiyeceğim demiş,annesi de yalnız göndermemek için yakınlarında oturan dayısının kızı Semra’yı bize göndermiş.Yolda gelirlerken dayısının kızı,”sen biraz bekle ben de marketten içecek bir şeyler alayım demiş.”Kaldırımda beklerken bir otomobil çarpıp kaçmış,bize yakın oldukları için dayısının kızı hemen bize haber vermeye gelmiş.O akşam ve o karanlığa bakıp da “tüh yaa” dediği şey de,bana getirdiği yemeklerin dökülmüş olmasına üzüldüğü içinmiş,son anlarını yaşayan birisinin canından daha çok bana getirdiği yemeklerin dökülmüş olmasına üzülecek kadar seven bir kalp var mıdır, daha şu lanet dünyada,başkasını sevebilir miyim artık,aşık olabilir miyim başkasına,tahammül edebilir miyim artık saçma sapan şeylerin adını aşk koymalarına?Bizim yaşadıklarımız bilemesek de gerçek sevdaydı,bunu şimdi biliyorum, ama o bilmiyor,bir gün birbirimize bir söz vermiştik,hangimiz önce ölürsek diğerimizi cennetin kapısında bekleyecekti,şimdi ben de bilmeden yaşadığımız o tarif edilmez duygunun gerçek sevda olduğunu,o aşkı sonsuza kadar yaşayacağımız cennetin kapısında beni bekleyen meleğime anlatmak için,gelmesi için her gün yalvarıp dua ettiğim beni ona kavuşturacak kişiyi bekliyorum,Azrail Aleyhisselamı…
Bütün bu acılar yumağı sarmalında iken bir an aklımdan Bedir Savaşı şehitlerinin gerçek hikayesi geçti:Sahabilerden biri susuzluktan kavrulduğu bir anda tam kırbasındaki suyu ağzına götürecekken az ileride bir sahabinin “suuuu” diye inlediğini görünce ona yönelmişti.O da suyu ağzına götürecekken yan tarafta birinin “suuu” diye inlediğini işitince kendisi suyu içmekten vaz geçip onu işaret etmiş az sonra da şehit olmuştu.Sahabi elindeki kırbayı işaret edilene yönelince yine az ileriden birinin “suuuu” diye inlediğini işitmiş o da suyu içmekten vaz geçip diğerini işaret etmişti.Kendisi de şahadet şerbetini içmişti.Bu ne ulvi bir din kardeşliği sevgisiydi böyle…Aslında “gerçek sevda “bu işte demekten kendini alamadı İlkay bir süre…
Suna benden ayrılalı iki gün olmuştu.Onun yokluğu ciğerime ateş düşürmüştü.Ben onu ziyaretimden önce şu hüzünlü ağıtları yaktım:
Erişilmez bir uçurumun kıyısında, senden başka kimsenin farkında olmadığı bembeyaz bir çiçektim ben. Sen ise, dört mevsim özlemini çektiğim yağmur. Üstüme yağışını severdim, yapraklarımdan aşağı akışını, her damlanı içime çekişimi severdim. Bedenimde seni hissedişimi. Her damlan alıp götürürdü beni adını bilmediğim, tanımadığım yerlere...
Sen yağınca susuzluğum dinerdi, biterdi kimsesizliğim, dağılırdı ürpertilerim. Serin bir meltem değip geçerdi yapraklarıma. Dünyalar benim olurdu, uçardım sevinçten. Günlerime, gecelerime; hiç kimsenin bilmediği, fark etmediği sıcak bir sevgi dolardı. Sıcak bir sevgi dolardı yüreğime. Her çocuğa gülümserdim; her kuşa, her kelebeğe, her arıya gülümserdim...
Erişilmez bir uçurum kıyısında rüzgarlara ağıt yakan, yalnız ve boynu bükük, bembeyaz bir çiçektim ben. Sen, bakışlarında sevdalar gizleyen, sevdalandığım, gözleri menekşe rengi küçücük bir kızdın… Adına Suna demiştim, adına sevda, adına umut. Sevdam, umudum her şeyimdin. Günüm, gün aydınlığım seninle başlardı. Tek sevenim, tek sevdiğimdin. Yağmurumdun sen; kurak günlere, ayaz gecelere inat. Hiç bitmeyen bir umut, özlem ve hazla beklerdim seni. Gelmediğin zaman boynumu büküp, kapar gözlerimi seni beklerdim. Özlemin umudum olurdu, umudum özlemin. Beklerdim, beklerdim bıkmadan, usanmadan...
Çünkü seni seçmiştim ben, sevdam, arkadaşım olarak. Sevdanı yüreğime nakış nakış işlemek için. İşlemeliydim ki, fırtınalar, boranlar içinde bile olsa kardelenler gibi açmasını öğrenmeliydim...
Umudumun bitip tükendiği anlar da oldu elbette zaman zaman. Seni beklerken, bekleyişin işkenceye dönüştüğü zamanlar da olurdu. Günlerin yıllara döndüğü zamanlar olurdu. Ama hiç şikayet etmedim, şikayet etmedi yüreğim. Çünkü seni delicesine seviyordum ve bu sevgimle mutluydum. Özlemine zor da olsa katlanıyordum bir umutla.
Sen beyaz bulutlarla gelirdin, bembeyaz gelinlikler içinde. Hayran hayran bakardım sana. Sen gelince ardından gökkuşağı gelirdi. Gökkuşağına dönüşürdün rengarenk. Her renginde umutlarım vardı, hayallerim vardı. Canlı, cansız tüm varlıklar kıskanırdı güzelliğini... Sen, hayatıma kattığım canım, gözbebeğimdin. Ben de senin can çiçeğindim. Gözlerime dolan bulut, üzerime yağan yağmurdun sen. Toprağa saçtığım umudumdun. Havaydın, hayattın, suydun, sevgime bandığım gün aydınlığımdın…
Yıllara dönen günler sonra şimdi yine bekliyorum seni, bir umutla. Ama artık azalan hatta tükenen bir umutla... Ömrümün bütün dilimlerine kar yağıyor şimdi. Kar da beyaz ama ben yine de direniyorum. Çıkıp gelmeni, üzerime yağmanı bekliyorum. Bir zemheri mevsimiydi ayazda bırakıp gitmiştin hayallerimi. Bak yine zemheri. Dağlara kar yağıyor ama sen yoksun. Sen yoksun, acılara özlem yağıyor... Bak, kar yağıyor üstüme, iliklerime dek üşüyorum. Yine de yüreğimde ateşler yakıyorum. Dönersen ellerini ısıtırsın diye...
Unutmuşum, içimdeki umutların beyazlığını... Unutmuşum mavi, yeşil, al renkleri... Ne zaman bir yağmur sesi duysam, ne zaman bir su sesi, içimde sevgiler kanar, pınarlar kanar benimle. Sonra sen gelir dökülürsün içime, sen gelir dökülürsün gözlerime, kirpiklerim dökülür yollara. Gün aydınlığın doğar üstüme. İşte o zaman dağ dağ özlem kesilirim, bulut bulut, hüzün hüzün..
O Öldükten sonra;
Bu gün hafta sonu,aşkımla buluşacağız,en güzel elbiselerimi giymeliyim,hangi gömleği giysem acaba,yanakları gibi al kırmızısı olanı mı yoksa gözleri gibi elmas karası olanı mı,ya da kazanın olduğu gün kanıyla üzerine çiçekler yaptığı gömleği mi?...”
-Ne kazası,ne kanı yaa nerden çıktı şimdi offf?!
Ben en iyisi son buluşmamızda başını omzuma koyduğu o mis kokan gömleği giyeyim.Evet evet bu daha iyi.
-Anne ben çıkıyorum.
-Ona mı?
- Tabi ki anne yaa,başka kim olabilir?
-İyi de niçin ağlıyorsun ki?
Şimdi gidip annesinden de izin almalıyım,”merhaba izin verirseniz kızınızla gezeceğiz biraz.
-Tabii oğlum,ona iyi bak olur mu
-Bak bu da ağlıyor,n’oluyor bunlara anlamıyorum?
Koşar adımlarla gidiyorum aşkıma,bu yol da ne kadar uzun… Bekçi Kemal amca karşılıyor beni.
-Hoş geldin oğlum,o da seni bekliyordu.
-Biliyorum.”
Merhaba aşkım ben geldim,bak hala yatıyor,hem de bembeyaz gelinliğiyle,yanaklarına küçük bir öpücük kondurup uyandırıyorum onu,her zamanki gibi toprak kokuyor meleğim, uzatıyor kollarını yattığı yerden.Tutuyorum ellerinden,tüy kadar hafif,ne kadar da güzel meleğim benim.Hoşça kal bekçi amca,bak koskoca adam da ağlıyor.
“İyi eğlenin olur mu?” diyor ağarmış sakallarından süzülen yaşları silerek…
Onun en sevdiği yerleri geziyoruz el ele.Allah’ım onunla olunca o kadar mutluyum ki…Bir ara yine göz göze geliyoruz.Bakmamalıydık.Yine ağlayacağız…Ne kadar ağladığımızı akşam ezanını işitince anlıyorum.İşte bu gün de bitti,gitmeliyiz,bekçi amca kızar sonra.
-Hoş geldiniz iyi eğlendiniz mi bari?
-Neler yaptınız bakalım?”Ağladık akşama kadar.
-Her zamanki gibi ha?!
-Evet
Hadi meleğim sen şimdi yat,ben haftaya yine gelirim…Bir gün diyorum,bir gün ben de bembeyaz damatlıklarımı giyip geleceğim yanına,elmas karası gözlerini açarak yalvarırcasına,çabuk gel olur mu diyor,yakında meleğim çok yakında…Biliyorum şimdi iyi geceler öpücüğüm olmadan uyuyamaz bir tanem,yanaklarına bir öpücük konduruyorum,yine o toprak kokusu.
- Geldim anne.
-Hoş geldin oğlum.
Öldür beni anne ben de toprak kokmak istiyorum…
CAN SUYU
Seval Hemşire,Ankara Hemşirelik Yüksek Okulu’ndan mezun olduktan sonra çektiği kura sonucunda Haymana Seheryeli Beldesi Sağlık Ocağı’na ebe-hemşire olarak tayin olmuştu.Çiçeği burnunda ,güleç yüzlü,kumral,minyon yapılıydı.Babası Dr.Seyfettin Bey,1980’li yıllarda dizi film olarak yayınlanan“Kartalla Yüksek Uçar” dizisini beğenerek izler ve bu dizideki Seval adlı oyuncuyu çok beğenirdi.Bundan etkilenerek hayatta tek varlığı olan kızının adını Seval koymuştu...Yaklaşık üç saatlik bir otobüs yolculuğudan sonra Seheryeli Beldesi’ne ulaşmıştı.Yol boyunca otobüsün camından etrafı seyretmiş,yılankavi kıvrımlı,yer yer dar,uçurumlu yollardan geçerken ağzı burnuna gelmiş,acaba göreve başlamaktan vazgeçsem mi demekten kendini alamamıştı zaman zaman…Ama hiçbir şekilde vazgeçemezdi.Zira mesleğini çok seviyordu.Gelin gibi beyaz elbiseler içinde beyaz bir melek olarak,hilal şekilli kepini giyerek çalışacağı günleri iple çekiyordu.Üstelik okurken kendini beyaz elbiseler içinde beyaz bir melek gibi hastalarına yardım ederken az hayal etmemişti…
Sağlık ocağında ilk olarak Dr.Salim Bey ile tanıştı.O,esmer,uzun boylu,ciddi görünümlü otuz yaşlarındaydı.Doktor Bey,Seval’i beldede en çok görüştüğü arkadaşları öğretmen Yusuf Bey ve ziraat mühendisi Ümit Bey ile de tanıştırdı.Yusuf Bey, beldedeki Seheryeli İlkokulu’nun müdürüydü.O da yirmi beş yaşlarında,çiçeği burnunda denilebilecek yaşta,selvi boylu,yağız bir delikanlı idi.Aynı okulda üç öğretmendiler.Diğer öğretmenlerden biri Zümrüt Hanım’dı.O,aynı adı gibi zümrüt yeşili gözlere,uzun siyah saçlar sahipti.Görevinde üçüncü yılına girmişti.Görev dağılımı için çektikleri kura sonucunda Zümrüt Hanım’a birinci sınıflar,iki,üçüncü sınıflar,Ziraat mühendisinin eşi Nevin Hanıma,Yusuf Bey’e de dördüncü ve beşinci sınıflar ve müdürlük görevi düşmüştü. Ziraat Mühendisi Ümit Bey ise sarışın,orta boylu, otuz yaşlarında sakin görünüşlü idi.
Yusuf Bey,o günkü Fen Bilgisi dersi Zenginlik Kaynaklarımız ünitesi içinde yer alan Fidan Nasıl Dikilir? Konusunu işliyordu.Öğrencileriyle birlikte okulun tarım uygulama bahçesine çıktılar.Öğrencilerine örnek fidan dikimini gösterdi.Öncelikle elindeki bel ile yaklaşık otuz santimetrelik bir çukur açtı.Çukurun yarısına kadar üst topraktan koyduktan sonra bir miktar da alt topraktan koyup kavak ağacının dalından kestiği kavak fidanını çukura bastırdı.Kavak fidanının yarısına kadar alt topraktan doldurduktan sonra fidanının etrafındaki toprağı ayağı ile sıkılaştırdı.Şimdi sıra en önemli işe gelmişti.Fidana CAN SUYU verilmeliydi.CAN SUYUNU vererek fidan dikme işlemi tamamlanacaktı.
Seval Hemşire’nin beldeye gelişinin üçüncü günüydü.Doktor, ziaraat mühendisi ve öğretmen hep birlikte yeni gelen arkadaşlarını diğer arkadaşlarıyla tanıştırmak için bir tanışma yemeği düzenlemişlerdi o günün akşamında.Tanışma yemeği, okulun geniş,ferah bahçesinde düzenlenmişti.Okulun bahçesini yer yer çam ağaçları ile donatmıştı Yusuf Bey.O,bu çam fidanlarını okul lojmanının hemen yanı başında demir bir borudan ip gibi akan su ile su kovalarını doldurur,usanmadan bıkmadan büyük bir aşk ve şevkle sulardı.Fidanları yeni diktiği günlerde komşularından biri hayvanlarını başı boş salmış onlar da fidanlardan bazılarını kırmıştı.O,bu duruma çok üzülmüş ve mahalle muhtarı ile görüşerek okulun bahçesine imece usulü ile dikenli tel çekilmesini sağlamıştı.Yusuf Bey,öğretmenliğinin beşinci yılında okula gelen müfettişle arasında yaşanan üzücü hatırasını da o akşamki sohbette paylaşmıştı.Müfettiş,öğrencilerin ders başarı durumlarını teftiş ettikten sonra müdür odasına geçmiş Yusuf Bey’in müdürlük görevi ile ilgili evraklarını incelemiş her şeyin muntazam,tam olarak yerine getirildiğini görmüştü.Ancak müfettiş psikolojisi ile olsa gerek yaramaz öğrencilerden Fikret tarafından bir gün önce nohut oda bakla sofa gibi olan müdür odasının camı kırılmıştı.Yusuf Bey,teftişin başarı ile tamamlandığını ve kendisine müfettiş tarafından teşekkür edileceğini umarken Müfettiş Özden Bey“Bu müdür odasının camı niçin kırık,niçin bunu taktırmadın?diye Yusuf Bey’i sertçe eleştirmişti.O kadar güzel çalışmanın içinde böyle küçük bir hatanın görülmesi hiç hoş olmamıştı doğrusu…
O,asıl bugün diktiği ağaca dikkat çekmek istiyor ve CAN SUYUNUN önemini vurgulatmak istercesine bakışlarını ziraat mühendisine yöneltiyordu.Ziraat mühendisi,CAN SUYUNUN sadece bitkilerin hayatında değil diğer canlıların hayatında da yerinin çok önemli olduğunu belirtiyordu.Seval Hemşire,çiçeği burnunda bir hemşire olarak bugün kendisine de CAN SUYU verildiğini belirtirken dikkatini Öğretmenden ayıramıyordu adeta.Bu bakışları Yusuf Bey de kaçırmamış bir an Seval Hemşire ile göz göze gelmişlerdi.Yoksa yeni bir serüvenin CAN SUYU mu veriliyordu?diye düşündü bir an…
Seval Hemşire pek yerinde duramayan aynı zaman da meraklı bir bayandı.İlk hafta sonu tatilinde Nevin Hanım ile kasabayı dolaşmaya çıktılar.Nevin Hanım da en az Seval Hemşire kadar sevimli,yirmi dört yaşında uzun boylu esmer tenli bir bayandı.Daha ilk günden birbirlerine ısınmışlardı.Seval,Haymana adının nereden geldiğini sorarak başladı çevresini tanımaya.Nevin Hanım sınıf öğretmeniydi.Aslen Haymanalı idi,eşi ile iki yıl önce evlenmişlerdi.Geçen yıl olan kız çocuklarına Cansu adını vermişlerdi.Haymana adının,Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin annesinin adından geldiğini,Osman Gazi’nin annesinin adının Hayme Ana olduğunun bu adın zamanla halk arasında Haymana şekline dönüştüğünü anlattı.Seheryeli Beldesi’nin bin iki yüz nüfuslu şirin bir belde olduğunu ve beldede görülebilecek yerleri tanıttıktan sonra Seheryeli adının hikayesini şöyle anlattı:
Beldenin kuruluşundan önceki dönemde beldede birbirini çok seven Seher ile Süheyl adında iki genç varmış.Seher,beline kadar inen ipeksi saçlara sahip çok güzel bir kızmış.Güzelin düşmanı çok olur derler…Bu iki aşığın baş düşmanları da sansar lakaplı Sansar Selim’miş.Sansar’ın gözü çoktandır Seher’in üzerindeydi.Bilmiyordu ki davul bile dengi dengine çalardı.Seher’i elde edemeyeceğini anladığından bu iki sevgiliyi ayırmak için çeşitli düzenbazlıklar yapmaya karar vermişti…Ama Sansar Selim’in şeytana külağını ters giydirecek fetbazlıkları kar etmemiş.O gün çıkan şiddetli rüzgar,mantar toplamaya giden Sansar Selim’in yüksek bir yardan düşerek ölümüne yol açmıştı.Derler ki güzel kız Seher’in ahı tuttu da Selim’i ortadan kaldırdı…O günden sonra beldenin adı da bu güzel kız Seher’in adına atfen Seheryeli olmuştu…
Seval bu hikayeyi dikkatle dinlemiş” acaba ben de böyle çok sevebileceğim biri ile karşılaşabilir miyim?”dercesine iç geçirmişti.Bir an hayale dalmıştı:Babası Seyfettin Bey ile annesi Sare Hanım otuz dört yıldır evliydiler,neredeyse birbirlerini kıracak davranışları yoktu.Birbirlerine saygıda kusur etmezlerdi.Kendisinin de karşısına acaba böyle güzel bir aday çıkacak mıydı?Belki bu aday Öğretmen Yusuf Bey olabilirdi…Neden olmasındı ki o da babası gibi güler yüzlü,yardımsever,etrafına neşe saçan birisiydi…Birden Nevin Hanımın tatlı sesinin uyarısıyla irkildi ve “kendine gel, Seval” dedi.Daha işin başındasın,çok sevdiğin mesleğinin ilk yıllarındasın,mesleğinin hakkını iyice ver,önünde daha çok uzun,nice güzel yıllar var,”dedi.
Nevin Hanım,Sansar Selim’den bahsedince Tarım Teknisyeni olan Tilki Mustafa’yı hatırladı birden…Bu Tilki Mustafa da beldede çeşitli oyunlar çeviren ve dikkat edilmesi gereken tiplerdendi.Geçen yıl kavun karpuz sezonunda satın aldığı kavun karpuzları satarken çevirdiği hilekarlıkları bilmeyen yoktu.
Kavun, karpuzları,bin bir güçlükle,el emeği,alın teri ile özenle yetiştiren Fatma teyze ile Hasan amcadan veresiye almıştı Tilki Mustafa.Ücreti kavun karpuzları sattıktan sonra ödeyeceğini söylemiş,Ümit Bey’i de kendisinin haberi olmadan kefil göstermişti.Aslında memur olduğundan ikinci bir iş yapmak yasaktı.Ama Tilki Mustafa böyle şeylere aldıracak bir adam değildi.Küçük bir beldede olduklarından amiri Ümit Bey de bir şey dememişti.Ancak,O yapacaklarından geri kalmayacaktı. Kasabanın ileri gelenlerine dalkavukluk olsun diye onlara parasız kavun,karpuz veriyordu.Sattığı kavun,karpuzları eksik tartıyor, parasını almadığı karpuz, kavunların parasını kimsesiz,zavallı kimselerden,çocuklardan çıkarıyordu,itiraz edecek olanları ya tartaklıyor ya da azarlıyordu.Bir keresinde itiraz etmeye yeltenen iki büklüm ve bastonuyla zorlukla hareket eden Hüseyin amcayı iteklemiş ve yere düşürmüştü.Zavallı adamcağızı yerde görenler kaldırmış,oradan uzaklaştırmışlardı.Tilki Mustafa, iyice haddini aşmaya başmış,şikayetler başlamıştı.Bunun üzerine belediye zabıtası kavun,karpuz sergisine gelmiş,sergiyi kapatmak için işlemler başlatacaklarını söylediklerinde,”siz bana bir şey yapamazsınız,benim arkamda kapı gibi ziraat mühendisi Ümit Bey var.”diyerek diklenmesi üzerine olaya hiçbir şeyden haberi olmayan ziraat mühendisi de dahil olmuştu.Zabıtalar bütün engellemelere rağmen sergiyi kapatmışlar ve resmi soruşturma için Ümit Bey’in çalıştığı kuruma gitmişlerdi.O,kendisinin Tilki Mustafa’ya böyle bir izin vermediğini kaldı ki kanunen böyle bir izin vermeye yetkili olmadığını belirtti.Sonuçta Tilki,mirinden sarı zarfı görmüş kınama cezasına çarptırılmıştı.Ancak bu Tilki’nin çok zoruna gitmiş,ileride bunun acısını çıkarmak için kurt kapanı kuracağını mırıldanarak hışımla odadan çıkmıştı…Bu arada Tilki Mustafa,kavun,karpuzları aldığı yaşlı Hasan amcanın yalvarış yakarışları sonunda paranın yarısını ancak vermişti. Hasan amca ne yaptıysa diğer yarısını alamamıştı.Zavallı Hasan amcanın sağılır ineği de o günlerde soğulmuş,harçlığı iyice daralmıştı.Zavallı Hasan amca bir umut ziraat mühendisine gelmiş sıkıntısını dile getirmişti.O,halden anlayan iyi bir insandı.Hasan amcanın sıkıntısını hemencecik gidererek bu ihtiyarı mutlu etmiş,hayır duasını almıştı…
Tilki Mustafa,ziraat mühendisi için bir tezgah kurmaya çalışadursun diğer taraftan Seval Hemşire’nin başına çorap örmek isteyen doktor lakaplı Turan efendi de iş başındaydı.Seval,beldeye geldiğinden beri halk arasında “doktor “diye ün yapmış olan iğneci Turan efendinin eski huzuru ve şöhreti sönmeye başlamıştı.Seval’in beldeye gelmesinden sonra İğneci Turan’ a iğne yaptırmaya giden kimse kalmamıştı neredeyse.Zira Seval,güler yüzlülüğü,yardımseverliği,işinin ehli oluşuyla beldenin gözdesi olmuş, İğneci Turan’ın pabucu dama atılmış,İğneci ise İğneden kazandığı paralardan olmuş ve ona iyiden iyiye düşman olmuştu…
Aralık ayının on beşi,oldukça soğuk bir geceydi.Akşam saatlerinde başlayan kar, fırtınaya dönüşmüştü.Diğer taraftan da köpekler sanki bir felaketin habercileriymiş gibi havlıyorlardı.Seval Hemşire’nin içinde bir sıkıntıdır vardı…Çok geçmeden pencereye bir taş atılmış ardından ikinci taşla birlikte cam kırılmıştı.Seval,korku ile perdeyi araladığında üç kişinin evinin çevresinden kaçarak uzaklaştığını fark etmişti alaca karanlıkta.Şükür ki saldırganlar ileri gitmemişti.Seval,doktora veya öğretmene haber vermek istiyor ancak korkudan dışarı çıkmak değil yerinden kıpırdamaya korkuyordu,sanki kanı donmuştu.Seval,sabahı zor etti,neredeyse gece boyunca uyumamıştı.Sabah ilk işi Dr.Salim Bey’i görmek oldu.Olanları anlattı.Kısa bir araştırmadan sonra bu saldırıyı Deli İsmail adlı bir kişi ile yanına aldığı iki gencin gerçekleştirdiği anlaşıldı.Ancak bu saldırının arkasında başkası veya başkaları olmalıydı.Çok geçmeden o da anlaşıldı.Durum,Seval’in aynen tahmin ettiği gibiydi,bu saldırıyı azmettiren İğneci Turan’dı.
Seval iyice bunalmıştı.Geçen yıl,yıllık izine çıkmamıştı.Bu olaydan sonra bu sıkıntının etkisinden kurtulmak için bir ay olsun izine ayrılacaktı.Zaten beş yıl önce İstanbul Beşiktaş’ta oturan Hümeyra teyzesini ziyarete gittiğinde tanıştığı Olcay ısrarla kendisini İstanbul’da görmek istiyordu.Olcay,kıvırcık siyah saçlı,uzun boylu hoppa bir gençti.Zekiydi,tıp fakültesi son sınıftaydı.Sekiz yıldır üniversitedeydi.İki yıl sınıf tekrarı yapmıştı. Derslerle,sınıf geçmekle pek ilgisi yoktu.Nasıl olsa ekmek elden su göldendi.O gönlünü eğlendirmekle meşguldü.Kış gecelerinde diskoteklerden ayrılmıyordu.Yaşadığı olaydan ve günlük stres ortamından uzaklaşmak için bu ışıltılı hayat,adeta onu çağırıyordu.Seval’in kalbi gün geçtikçe çatallanıyordu.Zira bir tarafta Öğretmen Yusuf,diğer tarafta Olcay vardı…Ama olsundu,bir ay dinlenir tekrar işine döner ilk göz ağrısı olan Yusuf’u nasıl olsa görürdü ya…Ertesi gün ilçe sağlık grup başkanlığına giderek iznini aldı ardından ver elini İstanbul.Olcay,Seval’i terminalde karşıladı,babasının aldığı son model BMW ile gelmişti onu karşılamaya.Seval,bir an düşündü İstanbul’da böyle rahat bir hayat varken ne işi vardı,Anadolu’nun ücra bir köşesinde…Ama içinden başka bir ses buna itiraz ediyordu:”Hiç öyle olur mu,herkes senin gibi düşünse insanımıza kim hizmet edecek diye?...Olcay’ın “daldın yine!” diye seslenmesiyle kendine geldi Seval.Teyzesinin ve Olcayların evine varmak üzerelerdi neredeyse.Ancak Olcay, evlerinin yakınındaki kafede çay içmeyi teklif etti ona.O, bu teklifi yorgun olduğu için kabul etmedi ama ertesi gün bu teklifi değerlendirebileceğini söyledi.Nihayet teyzesinin evine varmışlardı.Hümeyra teyze Seval’in en çok sevdiği ıspanaklı böreği yaparak Seval’e jest yapmayı da unutmamıştı.İstanbul’da günler su gibi akarcasına geçiyordu.Olcay,Seval’e “kontes”diye hitap ediyor onu en güzel hediyelerle kendine bağlamak için az çabalamıyordu.Aslında çevresinde çok fazla kız vardı ama hiçbiri Seval’in yerini tutmuyordu.Seval,sütten çıkmış ak kaşık gibiydi,masumdu,temizdi,onun gözünde..Seval’se İstanbul’un ışıltılı ortamına kendini günden güne kaptırırken izninin de sonuna yaklaştığını hatırlayarak zaman zaman hüzünleniyordu…Nihayet dönüş günü gelip çattı.Olcay,Seval’e Anadolu’daki görevini bırakarak İstanbul’da yaşaması için ne kadar ısrar ettiyse de Seval’i kararından vazgeçiremeyecekti zira Seval görevine çok aşıktı.İstanbul’dan sonra Ankara’daki anne babasının hayır duasını da almayı unutmadı.Seheryeli Beldesine geldiğinde Öğretmen Yusuf’un tayinin Çankırı’ya çıktığını öğrendi.İçinden bir şeylerin koptuğunu hissetti Seval.Şu anda iki sevdiği de ortada yoktu.Aradan geçen bir haftadan sonra ondan bir mektup aldı.Yusuf, Çankırı’daki anne babasının rahatsızlıkları sebebiyle tayin istemek mecburiyetinde kalmıştı.
Çok geçmeden ziraat mühendis ile eşinin tayinleri Malazgirt’e çıkmış daha doğrusu Ümit Bey, bir çeşit sürgün yemişti Tilki Mustafa’nın yüzünden.O, Ankara’daki hatırı sayılır bir tanıdığının yardımıyla Ümit Bey’i sürgün ettirmişti.Böylece,Seval,iki önemli dayanağını kaybetmişti.Üstelik İğneci Turan gün geçtikçe çirkefliklerini arttırıyordu.Artık tek dayanağı Dr.Salim Bey’di.Ama Seval de artık buralarda duramazdı.Durumu Yusuf’ a ilettiğinde o, ilk hafta sonunda Seheryeli’ne gelmiş Seval’in buradan ayrılmasına hiç gönlünün razı olmayacağını belirtmiş ancak çabalarının boşuna olduğunu da fark ediyordu…
Seval,bir yandan geldiği ışıltılı hayatı,İstanbul’da bıraktığı sevgilisi,diğer yanda ülkenin kendi halinde yaşayan,yoksulluklarla,tabiat şartları ile mücadele eden kasaba halkın durumunu,yaşadığı türlü türlü zorlukları, halkın yalnızlığını,çaresizliğini ve en önemlisi de halkın cahilliği ile yaptığı mücadeleleri unutamıyordu.Oysa ilk atandığında otobüse binip Seheryeli Kasabası’na giderken,bir gün oradan döneceğini ve döndükten sonra ışıltılı hayatına kaldığı yerden devam edeceğini planlamaktaydı.Ancak hayatın gerçekleri ile tanışması onu artık kasabada görev yapma konusunda eskisi kadar istekli görev yapmaktan uzaklaştırmıştı.
Yusuf’a İstanbul’daki rahat hayat ile buradaki yalnız,korumasız hayat arasında seçim yapmak mecburiyetinde olduğunu söylemiş,gönlünün İstanbul’dan yana olduğunu belirtmişti.Oysa Yusuf’un gönlü ondan fazla uzaklaşmamaktı.Seval’e Çankırı veya Ankara’ya tayin istemesini teklif etti.Ama o,İstanbul’da geçirdiği güzel günleri unutamıyor,İstanbul’ a gitme konusundaki ısrarını sürdürüyordu.Yusuf,teklifinin ve ısrarının geçersiz olduğunu anladığından daha fazla ısrarcı olamadı…
Seval,onun Çankırı’ya dönüşünden birkaç gün sonra yeni tayin yeri olan Fatih Malta’daki Sağlık Ocağı’na ulaşmıştı.Seval,tatillerde bulunduğu ışıltılı dünyanın merkezindeydi artık.İstediği zaman sevdiği Olcay ile buluşabilecek,anne yarısı olan teyzesi ile anne özlemini giderebilecekti.Anadolu’ya ilk gidişinde olduğu kadar olmasa da kendisini toz pembe bir hayata dönüş yapmanın mutluluğunun izleri yüzünden kolaylıkla sezilebilmekteydi.Ayrıca tebdil-i mekanda da ferahlık vardır,diyerek mutluluğunu perçinlemek istiyordu.Yeni görevine başlaması için önünde on beş günlük mehil müddeti vardı.Anadolu’dan İstanbul’a döndüğünün ilk gecesini teyzesinin Beşiktaş’taki evinde geçirmiş,yolculuğun verdiği yorgunluğun acısını çıkarırcasına ilk gecesini deliksiz bir uyku çekerek geçirmişti.Ertesi gün,kalan günlerini ne şekilde değerlendireceği ile ilgili bir plan yaptı.İzin günlerinin önemli bir bölümünü Olcay’la geçirecek,yeni görev yerine enerji depolayarak dönecekti.O gün öğleden sonra Olcay ile Beşiktaş Dolmabahçe Kulübü’nde buluşmuşlar,saatlerce sohbet etmişler,eski günleri yad etmişlerdi.Akşam karanlığı bastığında Seval teyzesinin evine gitmek için ayağa kalktığında,Olcay,Seval’in koluna yapışarak “nereye gidiyorsun?Eğlence daha yeni başlıyor.”dedi.Seval de“nasıl olsa tatildeyim,tatilimi dört duvar arasına hapsetmenin ne anlamı var?”diye düşünerek,Olcay’ın davetini reddetmedi.Rengarenk süslerle süslenmiş,yanıp sönen neon ışıkları altında,yüksek desibelli müzik eşliğinde gecenin ilerleyen saatlerine kadar çılgınlar gibi eğlendi iki sevdalı…Bir ara Seval’in aklı Yusuf’a gitti.O,burada-ışıltılı dünyada- böyle eğlenirken Anadolu’nun ortasında Çankırı’da Yusuf ne haldeydi ki?...Yusuf,şimdi nohut oda bakla sofa odasında yarınki ders planını hazırlarken bir taraftan da radyodan Anadolu türküleri dinliyor ya da karlamalı gösteren televizyonundan ya günlük haberleri dinliyor ya da belgesel izliyordu.Gecenin yarısında da radyodan,onun için en lüks sayılabilecek “Arkası Yarın” tiyatro oyununu dinliyor olabilirdi...
Nihayet yeni görevine ,Malta Sağlık Ocağı’ndaki görevine başlayacağı gün gelip çatmıştı.İlk defa göreve başladığı günkü kadar heyecanlıydı.Acaba burada onu kimler,hangi olaylar,hangi zorluklar bekliyordu?Bu kaygıların hiçbirini derinlemesine düşünmüyor,neredeyse her şeyi ilk günkü kadar tozpembe görüyor,kendini uçarı kelebekler gibi hissediyordu.Ne de olsa buradaki halk daha kültürlü,bilinçli olmalıydı.Güvenlik yönünden de zaten bir sıkıntı olmazdı…Malta Sağlık Ocağı’nın kapısında ilk karşılaştığı kişi hizmetli Nazife Hanım’dı.Yaptığı işin aksine üzerinde bembeyaz bir önlük başında da yine kar beyazı bir eşarbı vardı.Elinde, itina ile doldurmuş olduğu soba kovasıyla sağlık ocağının dış kapısından tam içeri girmek üzereydi ki Seval hemşire ile karşılaşmıştı.Karşılıklı selamlaşma ve kısa tanışmanın ardından onu Dr.Nazmi Bey’in henüz ısınmaya başlayan odasına davet etmişti.Zira kendi odasının sobası henüz tutuşturulmamıştı.”Siz,odanızın sobası tutuşturulup ısınıncaya kadar doktor beyin odasında oturun,hanımım.”dedi.Kısık sesi ve yarı sıkılgan haliyle…Çok geçmeden Dr.Nazmi Bey de gelmişti.Yeni görev yeri,Fatih İlçesi’nin küçük bir semti olan Malta’da tek doktor,bir hemşire,hizmetli Nazife Hanım ve bir de memur Selman Bey’den oluşuyordu.Dr.Nazmi Bey,kırk üç yaşlarında,babacan tavırlı,kır saçlı,orta boylu biriydi.İnsana güven veren bir yüz ifadesi vardı.Dr.Nazmi bey ve Seval Hemşire henüz tanışmaya başlamışlardı ki hizmetli hanım sıkılgan tavrının yanı sıra saygılı bir eda ve tatlı bir ses tonu ile“af edersiniz doktor bey,sabah kahvenizi şimdi mi yoksa daha sonra mı getirmemi istersiniz?”diye sordu.” Şimdi getirsen iyi olur zira Hemşire Seval Hanım’la tanışırken ona da “hoş geldin,kahvesi ikram etmiş oluruz.”karşılığını verdi.Doktor sade kahve isterken,Seval Hemşire orta şekerli kahve istemişti. Kırk yıllık iki dostmuş gibi yapılan bu tanışma sohbetini memur Selman Bey’in gür sesi bölmüştü.Selman Bey,doktorun aksine otoriter görünüşlü,uzun boylu,simsiyah gür saçlarıyla otuzlu yaşlarda biriydi.Elindeki resmi evrağı imzalatmakve Seval hemşire’ye “hoş geldiniz” demek için odaya gelmişti.Selman Bey ile yapılan kısa tanışmanın ardından,Dotor bey,Seval Hemşire’ye görev bölümünü gösteren kağıdını imzalatarak onu odasına uğurladı.Sağlık Ocağı tek katlı taş bir binaydı.Rumlardan kalma bir bina izlenimi veriyordu.Bütün odalar gibi Seval Hemşirenin odası da gri halıflekslerle döşenmiş,orta büyüklükte bir odaydı.Odanın sağ köşesinde Seval Hemşire’nin masası,sol tarafta ise üzeri beyaz,temiz bir muşamba ile kaplı sedye vardı. Masasının üzerindeki tozlar,itina ile alınmıştı.
Seval Hemşire’nin ilk günü hayli sakin geçmiş,sadece altı kadar hasta gelmişti.Hastaların çoğu da aşı yaptıranlaerdı.Böyle giderse Seval Hemşire Anadolu’daki kadar yorulmayacaktı.Halinden son derece memnundu.
Bugün,yeni görev yerindeki on ikinci günüydü…O gün,yoğun ve sıkıntılı geçeceğe benziyordu.Kenar semptlerden birinde gariban bir adam sur dibinde ölü bulunmuştu.Otopsi için doktor ile birlikte onun da gitmesi gerekiyordu.Bu hiç mesele değildi Seval için.Zira Anadolu’da nice sıkıntılarla mücadele etmişti.Böylece o hiç tereddüt ve endişe etmeden hali göstermeden doktor ile birlikte olay mahalline vardılar.Yapılan ilk otopsiden sonra yaşlı adamın soğuktan donarak öldüğü anlaşılmıştı.Zira zavallının ne yeri vardı ne de yurdu.Hayırsız kızı ve oğlu onu kapı dışarı etmiş,kendi kaderi ile onu baş başa bırakmışlardı.Bu garip adamcağız tıpkı Yunus Emre’nin tarif ettiği gibiydi.Dr.Nazmi Bey,o mısraları sesli olarak mırıldanmadan edemedi.”Bir garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar/Soğuk su ile yuyalar/Bir garip bencileyin….
Günler böyle sakin sakin geçerken Anadolu’daki sevdiceği Yusuf yeni denizlere yelken açıyordu.Bu durum Seval için pek beklemediği bir sürpriz bir olaydı.Her ne kadar kalbinin yarısı Olcay da olsa a diğer yarısı hala Yusuf’taydı.Seçim yapması gerekirse Yusuf’u tercih edebilirdi.Ancak Yusuf’un anne babası oğullarının mürüvvetini görmeyi çok istiyorlar,daha fazla ömürlerinin olmadığını söyleyerek adeta ona manevi baskı yapıyorlardı.O,Seval’e sıklıkla gönderdiği mektupların bir kısmına ve çok geç cevap aldığından Seval’in kendisinden vazgeçtiğini düşünmeye başladığından anne babasının isteklerine artık hayır diyemezdi.Annesinin uzaktan akrabası olan Lütfiye ile bir hafta önce tanıştırılmıştı.Lütfiye,kumral,küt saçları ile oldukça güzel bir kızdı.Aslında Yusuf için yüz güzelliğinden çok kalp güzelliği daha önemliydi.Bu özellikler Seval de olduğu kadar Lütfiye’de de vardı.Lütfiye,üniversitede iki yıllık muhasebe okumuş,Çankırı’da bir muhasebe bürosunda çalışmaktaydı.
Seval’e olan aşkı hep yüreğinde bir ukde olarak kalacaktı ama Lütfiye’yi de çok seveceğinden kuşkusu yoktu.Lütfiye ayrıca dindar bir kızdı.Beş vakit namazını aksatmadan kılar,başörtüsünü örtmeden dışarı çıkmazdı.Her şerde bir hayır vardır düsturu ile içi biraz buruk da olsa Sevalsiz hayata merhaba demek üzereydi artık.
Seval,Yusuf’tan son zamanlarda eskisi gibi sık mektup almaması üzerine Yusuf’a mektup yazdı.Neler yapıp ettiğini,kendisine eskisi kadar sık mektup yazmadığını sorarken “yoksa yeni bir sevgili buldun?” diyerek sitem etmeyi de ihmal etmedi.Seval’in aklına gelen evet başına gelmişti.Yusuf,temmuz ayında Lütfiye ile evlenecekti.Seval, bu haberi öğrendiği ilk günlerde her ne kadar biraz müteesir oldu ise de gerçeği kabullenmekten başka çaresi olmayacaktı.Cevabi mektubunda Yusuf’a ebedi mutluluklar dilemekten başka bir şey diyebilecek seçeneği yoktu.
Yusuf seçeneği artık ortada olmadığına göre Seval Olcay’a tamamen yönelebilirdi.Ancak,O,Yusuf’taki doğallığı,saflığı Olcay’da bulamazdı.Acaba,Olcay biraz olsun kendisine çeki düzen veremez miydi?Olcay,tıp fakültesini geçen yıl bitirmiş iki yıldır da stajdaydı.Staj günleri yoğun çalışma içinde geçtiğinden Olcay,eğlence ortamlarından oldukça uzaklaşmıştı.İşe atıldığında onun daha aklı başında biri olacağına inanıyordu Seval…
Aylardan temmuzdu ve Yusuf ile Lütfiye’nin düğün günü gelip çatmıştı.Düğünde Seval’den başka kimler yoktu ki…Bütün akraba ve tanıdıkların dışında özellikle bütün Seheryeli yoldaşları için çok özel bir gündü,düğün günü.Hatta Tilki Mustafa bile oradaydı.Tilki,Selim Bey’e yaptıklarından pek pişmandı.Düğünde,Selim Bey’in ayaklarına kapanmadığı kalmıştı özür dilemek için.O,”Mustafa seni Mevla affetsin,benim affetmen o kadar önemli değil.” diye karşılık vermişti.Düğün oldukça sadede idi.Lütfiye sade,tesettür gelinlik giymişti.Yusuf ise koyu mavi takım elbise ile beyaz bir gömlek seçmişti.Seheryeli yoldaşları iki defa mutluydular,görev arkadaşlarının mutluğunun yanı sıra uzun süredir bir arada olamadıkları arkadaşlarıyla buluşma fırsatını yakalamışlardı ancak yine de küçük bir eksiklik seziliyordu düğünde o da Seval’in yokluğuydu…Seval’in gönderdiği kutlama telgrafı bu burukluğu kısmen de olsa gideriyordu.Bu arada Selim Bey ile Nevin Hanım’ın kızları Cansu da on yaşına girmiş,serpilmiş çok güzel bir genç kız olmuştu.Düğünde herkesin ilgi odağı olmuştu adeta…Düğün ertesi Seheryeli yoldaşları birbirleriyle vedalaşırken inşallah tez zamanda Seval’in de mürüvvetini görür orada da bir araya gelir hasret gideririz dileklerini paylaştılar…
Seval, görevinde onuncu yılındaydı.Otuz yaşına ermiş,evlenme çağı onun için de gelmiş hatta geçiyordu.Yusuf da evlendiğine göre ondan yana bir beklentisi olamazdı artık,tek umudu Olcaydı.Ama evlilik teklifinin Olcay’dan gelmesi doğal olanıydı.Olcay,bu yıl içinde göreve başlayacaktı.İstanbul dışında bir yere tayin olursa devlet doktoru olarak asla çalışmayacaktı.Kısacası ya özel hastanede çalışacak ya da babasının fabrikasında çalışacaktı…Eylül ayı,atama ayıydı.Olcay’ın tayin yeri Ilgaz olmuştu.Ama,Olcay,önceden de belirttiği gibi Anadolu görevine gitmeyip İstanbul’da özel bir hastanede göreve başlamıştı.Olcay,göreve başladıktan sonra daha bir ciddileşmiş,sorumluluk sahibi bir kişi olup çıkmıştı.Seval,ima yollu ona evlilik sinyalleri gönderiyordu.Olcay da bu imalara karşılık vermenin artık zamanıdır diyerek Seval’in teyzesine ziyarette bulunarak onlara sürpriz yaptı.Amacı,teyzesinin ağzından kendisinin ve Seval’in anne babasının fikirlerini öğrenmekti.Olumlu izlenimler edindiğinden en kısa zamanda Seval’i istemeye gidilmeliydi artık diye düşündü ve düşüncesini ertesi gün Seval’e söyledi.Bu teklifi öğrenen Seval sevinçten havalara uçtu adeta…
Ekim ayının ilk haftasıydı.Adeta yazdan kalma bir hava vardı.Olcay,sevdiği,Olcay’ın annesi ,babası aynı uçakla o gün Ankara’ya uçtular.Seval’lerin Kızılay’daki evlerine vardıklarında saat 16.00’yı gösteriyordu.Seval’lerin evi Maltepe Camii’nin tam karşısında dublex bir daire idi.Kısa tanışmanın ardından kız isteme faslına geçildi.Seyfettin Bey,o güne kadar Olcay hakkında detaylı bilgiler edinmişti ayrıca damadının da kendisi gibi doktor olması çok güzel bir tevafuk ve onur verici bir durumdu onun için.Seval’in annesi Sare’nin de olumlu görüşü ile kız isteme merasimi olumlu sonuçlanmış düğün tarihi bile belirlenmişti.Her iki aile ve gençler fazla beklemeden en kısa zamanda evliliklerini gerçekleştirileceklerdi.
Davetiyeler hazırlandı ve düğün gününden bir hafta önce bütün tanıdıklara ve özellikle Seheryeli yoldaşlaraına davetiyeler ulaştırıldı.Tarihler 8 Kasım’ı gösteriyordu.Düğün,Kızılay Düğün Salonu’ndaydı.Düğün’ün en sürpriz davetlisi Yusuf’tu hiç şüphesiz.O,gururu bir tafra bırakarak ilk göz ağrısının düğününe icabet etmeyi ihmal etmemişti.Seval,son model,pahalı değerli taşlarla süslenmiş,yerlere kadar uzanan gelinliğiyle göz kamaştırıyordu.Olcay ise gri renkli,son model,en pahalısından takım elbise içinde adeta bir mankeni andırıyordu.Yusuf ve eşi Lütfiye son derece mutlu görünüyorlardı.Lütfiye,başörtüsü ile uyumlu pembe renkli elbisesi içinde mankenleri kıskandıracak kadar şıktı.Yusuf da ondan farksız sayılmazdı doğrusu…Hepsinden önemlisi üç ay aradan sonra eski dostların tekrar buluşması görülmeye değerdi.Dostluklar bir kere daha perçinleniyordu.Üç ay arayla iki ayrı fidana-genç çifte- CAN SUYU verilmişti.Her şeyden önemlisi bu güzel fidanlardan yeni CAN SULARININ meydana gelecek olmasıydı…
Aradan bir yıl geçmiş,Yusuf’un Can adını verdikleri bir oğulları,Seval’in ise Sude adını verdikleri bir kız çocukları dünyaya gelmişti.Seval şimdi doğum iznindeydi.Bütün gücünü kızına veriyor,sağlıklı bir bebeğe sahip olmaktan sonsuz mutluluk duyuyor,Mevla’ya sonsuz şükürlerde bulunuyordu…Olcay da günden güne olgunlaşmış,durulmuştu.
Günler günleri,aylar ayları,yıllar yılları kovalamış;ilkokul,ortaokul,lise derken üniversite yılları başlamıştı Can ve Sude için.Can,esmer,selvi boylu yakışıklı mı yakışıklı bir genç olmuş,Sude de kumral bukleli uzun saçları ile perileri kıskandıracak güzellikte genç bir kızdı.Can Ankara’da Anadolu lisesini üstün derece ile tamamlayarak hayalindeki İstanbul Üniversitesi Tıp fakültesini kazanmış,Sude de aynı üniversitenin tıp fakültesini kazanmıştı.Şu tevafuka bakın ki anne ve babası bir araya gelemeyen eski sevgililerin çocukları aynı üniversitenin çatısı altında okuyacaklardı.
Her iki genç için üniversite hayatının ilk haftasıydı.Sude çoğunluğu kızlardan oluşan arkadaşları ile kantinde sohbet ederlerken yan masada da Can ve arkadaşları sohbet ediyorlardı.Bir ara Can ve Sude göz göze geldiler,sanki yıllarca birbirlerini tanıyorlarmışcasına aralarında bir elektriklenme oldu…
O gün Yusuf oğlunu ziyaret etmek için üniversiteye gelmiş,Seval ise o gün üniversitede düzenlenen panele konuşmacı olarak katılmıştı.Panel sonunda kızı Sude ile birlikte kantinde oturmuş bir şeyler içiyor ve sohbet ediyorlardı.Çok geçmeden kantinin kapısında Yusuf ve oğlu Can belirdi.Seval’in kalbi bir an duracak gibi oldu.Kısa bir tereddütten sonra Yusuf, Seval’in masasına yaklaşarak oturmak için izin istedi.Seval,Sude’nin bu adamı nereden tanıyorsun? dercesine bakışlarına aldırmadan Yusuf’u masalarına davet etti.Seval kızını,Yusuf ve oğluna;Yusuf da oğlunu Seval ve kızına tanıttıktan sonra eski günleri yad etmeye koyuldular.Bu arada Can ve Sude daha yakından tanışmanın mutluluğunu yaşıyorlardı.
Anne ve babalarını bir araya getirmeyen kader,çocuklarını bir araya getirir miydi acaba?Ne dersiniz?...
GÜNEŞİN DOĞDUĞU YER ERZURUM
13 Kasım 1988 tarihiydi. Doğu Anadolu’da genellikle kış mevsiminin başladığı tarih… O gece erkenden yatmıştım. Çünkü ertesi gün, benim için hayatımın en önemli günüydü, öğretmenlik hayatımın ilk günü olacaktı. O gece erkenden yatmama rağmen bir türlü uyuyamıyor, içim içime sığmıyordu. İlk öğrencilerimle ilk defa karşılaşacaktım. Acaba onlarla nasıl karşılaşacaktım? Ne kadar güzel olmalıydılar! Hayallerim tarifsizdi. Ertesi gün başlayacak olan büyük güne kadar olan zaman zarfındaki olaylar, gözümün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı…
İlkokula isteksiz başladığımı, okulun ilk senesinin sonlarına kadar okulu çok sevmediğimi de söyleyebilirim ancak öğretmenimin saatlerle ilgili bir soruyu bilmem karşısındaki tutumuna kadar. Hatta düşüncelerimin sarsılmaya başladığını da. Bana “aferin” dediği ana kadar… Öğretmenimin “aferin” sözünden sonra artık bana bir güven gelmişti ve o günden sonra okulu daha çok sevmeye başladım.
İkinci sınıfta birinci sınıf öğretmenim değişmişti. Bu öğretmenimi daha çok sevmiştim. Adı, Emel’di. Esmer, uzun boylu, ciddi duruşlu, titiz, disiplinli, tertip ve düzene önem veren, ilk görüşte öğrencilerini sevdiğini çok belli eden ama tanışıklık ilerledikçe ilk sıcaklığın belirgin şekilde azaldığını hissettiren bir yapısı vardı. Bu özelliğin bende de yer ettiğini ilerleyen zamanlardaki öğretmenlik hayatımda hissedecektim…
İlkokuldan sonra Gönen’deki Ömer Seyfettin Ortaokulu’na kaydolmuştum. Ömer Seyfettin’i “Kaşağı” adlı hikâyesinden dolayı ilkokuldan beri çok iyi biliyordum. Ömer Seyfettin’i daha sonraki yıllarda daha da iyi tanıdım ve onun adının verildiği bir okulda okumaktan ve doğduğu şehirde doğup büyümüş olmaktan ayrı bir mutluluk duydum. Ortaokul, lise öğrenimimi aynı okulda tamamladım. Ortaokuldan itibaren her derse ayrı öğretmenlerin girmesi en çok dikkatimi çeken husustu. Ortaokuldaki ilk yılımda en çok zorlandığım derslerden birisi İngilizce’ydi. Çünkü bu dilin Türkçe’den çok farklı bir gramer yapısı vardı, Türkçe’de yan yana gelmeyen birden fazla sesli harfler vardı. İngilizce’nin yazıldığı gibi okunmaması, okunduğu gibi yazılmaması benim İngilizce öğrenmek istemeyişimi pekiştiriyordu. Ta ki, dönem sonuna doğru İngilizce yazılısından pekiyi derecesinde not alana ve derse giren öğretmenin beni takdir etmesine kadar… O günden sonra, hayatımda favori ders olacak olan İngilizce’yi görmeye ve günden güne sevmeye başlamıştım. İlerleyen yıllarda yaz tatillerinde İngilizce kurslarına giderek ve özel çabalar göstererek bugün İngilizce’de önemli bir yere gelmiştim. Artık çevremdekilere ve öğrencilerime yardımcı olmaktan ayrı bir mutluluk duymaktayım. Ortaokuldaki müzik öğretmenimiz de ilk dikkatimi çekenlerdendi. Hayatımda ikinci defa kadın gibi uzun saçlı bir erkeği görüyordum. İlki birkaç yıl Almanya’da futbol oynamış olan akrabamız Kazım’dı. Seksenli yıllarda, televizyon yayınlarının yaygın olmaması sebebiyle sıra dışı özelliklere sahip kişilikler görmek ilgi çekici oluyordu… Özellikle ortaokul yıllarımdaki öğretmenler çok disiplinli, sert mizaçlı kişilerdi. Disiplinden asla taviz vermiyorlardı. Onların bu kararlı, aşırı tavırları beni pek sıkmıyordu aslında... Çünkü ailemde de benzer şekilde yetiştirilmiştim. Hatta öğretmenlerimin bu kararlı tavırları ilerleyen dönemde, meslek hayatımda benim de kısmen uyguladığım disiplin anlayışının temelini oluşturacaktı. O günlerde okulumuzda müdür yardımcılığı yapan yöneticilerden biri çok sert yapılı biriydi. Ondan çok korkardım. Bir gün Fen Lisesi sınavlarına başvurmak üzere odasına korkarak gitmiştim. Beni karşısında görünce “Sen bu okuldan mısın? Ben, seni burada daha önce hiç görmedim.”olmuştu. Bu sözdeki incelik şuydu aslında:” Benim karşıma genellikle problem çıkaranlar, kurallara uymayanlar gelir.” demek istiyordu. O karşılaşmamızdan sonra beni hafızasının iyi öğrenciler bölümüne kaydetmişti. Bunu emekliliğine yakın bir dönemde bana yaptığı bir iyilikten çok iyi anlayabiliyordum. Bu öğretmenim, ailemin de ikamet ettiği şehirde oturuyordu. O günlerde grip olmuştum, biraz rahatsızdım. Genellikle Koca Çınar’ın hemen dibindeki lokale uğradığımda hemen bana bir çay söyler ve geleceğimle ilgili konuşurdu. Kullandığı özdeyişleri ve sözleri hayatımda ilk defa duyardım. İçinde ilaç dolu bir ilaç poşetini bana uzatarak “Geçmiş olsun Nazmi, bunları kullan bakalım da iyileş.”derdi. Bu kadirşinasça davranış ne güzel bir davranıştı. Demek ki insanların sert dış görünüşleri altında böyle güzel, insancıl, yardımseverlik gibi güzel hasletler gizleniyordu. Köyden bir yaz tatili dönüşünde duymuştum ki, bu değerli öğretmenim diğer aleme göç etmişti. Şimdi, onu rahmetle anıyor, ruhu şad olsun! diyorum.
Okul yıllarında ilgimi çeken, sevgisini kazandığım öğretmenlerden biri de Sosyal Bilgiler öğretmeniydi. Sosyal Bilgilerin yanında bizim resim dersine de geliyordu. O gün nasıl olduysa öğleden sonra ki derse biraz geç gelmiştim. Biraz da korkarak içeri girmiştim. O an, o güler yüzlü, uzun boylu güzel insan korkumu ortadan kaldırmış, gayet tatlı bir üslupla ”geç yerine otur.”demişti. Ama onun fiziki yapısı hala dikkatimi çeker. Başındaki saçlarının yer yer olmayışı bende takımadaları görüntüsünü çağrıştırıyordu. Bu durum biraz garibime gitse de onun güler yüzlülüğü, tatlı dili fiziki yapısındaki olumsuz görünümü unutturuyor onu daha çok sevmemi sağlıyordu. Onu en çok Din Bilgisi öğretmeni ile arkadaşlık yaparken görüyordum. Aslında bu durum pek şaşılacak bir durum da değildi. Çünkü Din Kültürü öğretmeni de onun gibi güler yüzlü, cana yakındı. İkisi de dindardılar, okulun yakınındaki küçük camiye öğle namazları için sık sık gittiklerini görürdüm. Din Kültürü öğretmeni çok sigara içerdi. Sigaranın zararlarını iyi bildiğimden “keşke sigarayı bu kadar içmese hatta iyice bıraksa…” diye içimde geçirir ancak kendisine bir şey söyleyememenin ezikliğini hissederdim. Din Kültürü öğretmenimin bir gün derste ‘emanete ihanet etmemenin önemi; verilen sözün tutulmasının önemini’ anlatmıştı. “Söz senettir, verdiğiniz sözü iki eliniz kanda da olsa yerine getirmeniz gerekir.”diyerek bende çok yer etmişti. İlerleyen hayat çizgimde bu sözün gereğini mümkün oldukça yerine getirmeye çalışacaktım. Ortaokulda ben de yer eden öğretmenlerimden biri de Fen Bilgisi öğretmeniydi. Sınıfa ilk geldiğinde üzerinde büyük çizgili, kareli takım elbise vardı, ceketindeki bütün düğmeleri iliklemişti. Uzun boylu, esmer biriydi, insana güven veren, samimi, heyecanlı, öğrencilerine bir şeyler öğretmekten mutluluk duyan bir insan olduğunu hissettiriyordu ki; bu gözlemim de yanılmamıştım. Yıllar sonra ben de öğretmen olmuştum, birlikte bazı toplantılara katılmıştık. Beni çevresindekilere tanıtırken “Bu, benim hem öğrencim, hem de öğretmen arkadaşım.”diyerek ilk tanışmamızdaki samimiyetini bir kere daha hissettiriyordu. Bugün öğrencilerime heyecanla, büyük bir arzu ile ders anlatma isteği duyuyorsam bunda Fen Bilgisi öğretmenimin payı büyüktür.
Ortaokuldan sonra Ömer Seyfettin Lisesi’ne kaydolmuştum. Lise binasının girişinde Ömer Seyfettin’in genç, ihtişamlı tablosu ilk dikkatimi çekendi. Ömer Seyfettin’in “Bomba, Falaka, Pembe İncili Kaftan, Forsa, Beyaz Lale” gibi eserlerini de okumaktan büyük zevk almıştım. En çok da Pembe İncili Kaftan’dan sonra Beyaz Lale’yi beğenmiştim. Beyaz Lale adlı kitaba adını veren Lale’nin namus timsali özelliği ben de önemli yer etmişti. Zalim Bulgar subayının bütün işkencelerine rağmen namusundan taviz vermeyerek en zor anında ölümü seçmek gibi bir seçeneği kullanmak herkesin harcı değildi. Lisede de ortaokulda tanıştığım bazı öğretmenlerle beraberliğimiz devam ediyordu. Bunlardan biri de ben de İngilizce dersine ilgimin, sevgimin artmasını sağlayan İngilizce öğretmenimdi. Adı gibi inci kadar güzeldi. Giyimine çok önem verirdi. Neredeyse her gün ayrı, uyumlu elbiseler giyerdi. Uzun boylu, esmer yapılıydı. Disiplinli, kurallardan taviz vermezdi. Biraz sinirliydi. Yanlış karşısında en sevdiği öğrencisini bile azarlamaktan geri kalmazdı, dersinde kimse çıt çıkaramazdı. İngilizce’de çok iyi bir donanıma sahipti. Liseden mezun olmama bir yıl kala Ankara’da bir özel dershanede çalışmak üzere okulumuzdan ayrılmıştı. Ankara’ya yakın bir ilde öğretmenlik yaparken zaman zaman Ankara’ya gelirdim. Onun bende bıraktığı olumlu izlenimler sebebiyle bir gün kendisini ziyaret etmek istemiştim. Maltepe semtinde bir postaneden kendisine telefon ederek ziyaret etmek istediğimi söylemek üzere postaneye yönelmişken aniden kendisini karşımda görmem mi? Çok sevinmiştim, dershaneye yetişmesi gerektiğinden çalıştığı yere kadar otobüste giderken sohbet ettik. Eski sıcaklığı, samimiyeti hala üzerindeydi… Lisedeki müzik öğretmeni, ortaokuldaki derslerime giren öğretmendi. Lisedeki Fen laboratuarının üstünde müzik derslerini görürdük. Biraz da o zamanki yaş grubunun etkisi ile olsa gerek müzik dersinde biraz şımarıklık yapardık. Müzik odasının pencere tarafında oturur zaman zaman dışarıyı seyrederdik. Ercan adlı arkadaşımızın yaptığı mukallitlikler karşısında gülüşürdük. Müzik öğretmenimiz bizi azarlamaz, pek de uyarmazdı. Bugün düşünüyorum da ben o kadar sabırlı olamazdım. Ne kadar sabırlı, hoşgörülü bir öğretmendi… Edebiyat öğretmenimiz de ortaokuldan Türkçe öğretmenimizdi. Adı gibi kaya kadar sert ve disiplinli idi. Ortaokulda korku ve endişelerimiz lisede de devam edecek mi korkusunu yaşamadan da edemiyorduk. Ancak benim bir şansım vardı. Ortaokuldayken bir gün Türkçe dersinde iken “engin” kelimesi ile cümle kurduruyordu Türkçe öğretmeni. Ben de “Okyanuslar, engin denizlerdir.” Cümlesini kurdum.Bu cümlemi çok beğenmişti.O günden sonra beni tutmaya başlamıştı.Bu olumlu etki lisede de kendini gösterdi.Edebiyat dersinde “failatün,failatün….” kalıbı ile ilgili bir alıştırmayı yapmam için tahtaya kaldırılmıştım ancak alıştırmayı yapamamıştım.O,kaya gibi sert adam, bana karşı eski günlerdeki olumlu izlenimlerin tesiri ile olsa gerek beni azarlamadan “otur evladım yerine” demişti.Bu kaya gibi sert adamı ileride ilçemizde belediye başkanı olarak görecektik.Belediye başkanlığı döneminde belediye başkanlığını korkarak da kutlamıştım.O eski sert bakışı hiç değişmemişti…Ortaokul yıllarımdan sinirli yapısı,selvi boyu,zayıf yapısı ile tanıdığım matematik öğretmeni lisede matematik öğretmenimiz olmuştu.Öğrencilerine daha çok bilgi yüklemek için kendini adeta parçalıyor,yoruyor yoruluyordu.Bütün bu gayretleri arasında dersin huzurunu bozan arkadaşlarımıza tepki gösteriyor,çok sinirleniyordu.Grip olup da hapşırdığı zamanlarda “çok yaşa hocam” diyenlere “çok yaşamaya niyetim yok.”derdi.Bütün sinirli yapısına rağmen çok merhametli yönü de vardı.Kendimi bildiğim günden beri sahip olduğum “baş ağrım” la ilgilendi. Baş ağrımın tedavisi için benim Bursa’ya gitmemi tavsiye etti. Tavsiyesini tutarak Bursa’ya gittim. Hastanede benimle aynı kaderi paylaşan bir arkadaş ve annesi ile tanıştım. O güne kadar hiç tanımadığım ama tanıştıktan sonra akrabadan daha öte dostluk kurduğum bu aile ile dostluğumuz hala devam etmektedir. Bu teyzenin adı Öncel’di. Beni kendi çocukları kadar çok seviyordu. Öyle ki lise hayatımdan başlayarak üniversite hayatım boyunca devam edecek şekilde bana burs sağlamıştı. İşte böyle güzel insanlar da vardı. Hiç karşılık beklemeden yardım edebilen… Bu güzel insanı tanımamı sağlayan insan lisedeki matematik öğretmenimdi. Bu da benim hayatımdaki güzel insanlardandı. Öğrencilerine sinirlendiğinde “boş yaşamaya niyetim yok.” Dediği gibi emeklilikten sonra çok yaşamadı, o da öteki âleme göçtü, ruhu şad olsun.
Güzel anılarımın yanı sıra birçok sıkıntılarla karşılaştığım lise yılarlım 1985 yılında bitiyordu… Lise son sınıfta üniversite imtihanlarına girdim herkes gibi ancak birinci üniversiteye giriş öncesi yaptığım tercihlerde kartallar gibi biraz yüksekten uçmuş olsam gerek, o yıl üniversite imtihanını kazanamadım.1985 yılı sonbaharında hem bir işte çalışmak hem de üniversiteye hazırlanmak için İstanbul’a gelmiştim. Aslında asıl amacım daha çok üniversiteye hazırlık için gerekli çalışmalarda bulunmaktı. Ama ben, ortaokul yıllarından sevmeye başladığım İngilizce sevdasının etkisi ile bir İngilizce kursuna yazılmıştım. İngilizce kursunda fark ettim ki; önceki yıllarımda İngilizce adına pek de yeterli bilgiler edinmemişim… Kurs çıkışında Sultanahmet’te İngilizce konuşma pratiği yapmak için turist arıyor ve tanıştığım turistlerle İngilizce konuşmamı geliştirmeye çalışıyordum. Bir seferinde Fransız turistlerle Sultanahmet’ten Sirkeci’ye kadar eşlik etmiştim. Bunlar: Dede, anne ve kız torundan oluşuyordu. Dede ve anne pek İngilizce bilmediğinden ben daha çok kız torunla konuşmuştum. Bu kısa süreli arkadaşlığın sonu benim için ilgi çekiciydi. Çünkü sohbetimizin başında ben, onlara amacımın İngilizce konuşma pratiği olduğunu söylemiş ve kendilerinden para talebin de bulunmayacağımı söylemiştim. Ancak Fransız dede biz Türklerin güzel bir özelliğini gösterircesine bana harçlık vermişti… Günler böyle geçerken öğrenci olduğumuzdan,öğrencilerin müzmin sıkıntısı olan harçlık problemi birinci sıradaki yerini kimseye kaptırmıyordu.Ben de beraber kaldığım oda arkadaşlarımdan birinin yardımıyla ileride hayatım süresince unutamayacağım güzel insanlardan biriyle daha tanışacaktım.Bu güzel insan Edebiyat öğretmenliğinden ayrılmak durumunda kalan Selim Bey’di.Bir gün İmam Lisesi Edebiyat dersine “selamün alleyküm gençler” diyerek girdiği için öğretmenlikten atıldığını ve emlakçılık yapmak mecburiyetinde kaldığını belirtmişti.Otuz beş-kırk yaşlarında gösteriyordu.Siyah düz saçları, kulaklarını örtecek şekildeydi.Saçlarını uzatmasının sebebini de sohbet arasında biraz da bazı insanlara sitem ederek şöyle açıklıyordu: “Göz kusuru olanlar gözlük takarlar ama onları kimse ayıplamaz.Benim de sol kulağım iyi işitmiyor bu yüzden kulaklık kullanıyorum ama bazı insanlar,beni ayıplıyorlar, ben de bu yüzden saçlarımı biraz uzatarak kulaklığımı gizliyorum.”diyordu.Ama benim için onun güzelliği başka özelliğinde saklıydı:Benim gibi öğrencilere çok tanımasa bile hemen yardımcı olma çabasıydı.Beni hemşerim olan ama İstanbul’da oturan bir iş adamına göndermiş ve maddi sıkıntıma bir nebze d e olsa merhem olmuştu.Bana olduğu gibi birçok öğrenciye bu şekilde yardımcı oluyor,tatlı tatlı sohbetler ediyordu.Böyle güzel insanların sayısı daha çok olsa dünya daha bir güzel olurdu sanki….1986 yılıydı.İngilizce kursunun yanı sıra gazetelerin verdiği üniversite hazırlık sorularını çözerek o yılki üniversite imtihanını kazanmıştım.Üniversitem,Trakya Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü idi.Şimdi de Edirne’de konaklama için yer bulmak problemi doğmuştu.”Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez .“derler ya …İşte böyle geleceğe dönük problemleri nasıl çözeceğimi düşünürken bir gün,İngilizce Kursu arkadaşlarımdan birinin evine davet edilmiştim,arkadaşımın annesi ve babası öğretmendi.Benim de öğretmenlikle ilgili bir bölümü kazanmam onlar için de önemliydi anlaşılan…Arkadaşımın annesi,Edirne’de ablasının olduğunu ve müsait ikinci bir evleri olduğunu ,istersem orada kalabileceğimi söylemişti.Ben de o anda kendi kendime “körün istediği bir göz Allah mavi lens veriyor iyi mi? diye düşünmeden edememiştim bir an…Arkadaşımın annesi ablasının pazar,bakkal alışverişi gibi bazı temel ihtiyaçlarını ve yakacak masraflarını karşılamam şartıyla evlerinde ücretsiz kalabileceğimi söylemişti.Ben de severek kabul ettim.
Nihayet Üniversiteye kaydolmam için Edirne otobüsüne binmiştim.Her zaman olduğu gibi yine gazetemi almış,pencere kenarındaki koltuğa oturmuştum.Yanıma oturan arkadaşla neredeyse hiç konuşmamıştım.Yol boyunca gazeteyi en ince noktasına kadar okumuş,bulmacasını çözmüştüm.Edirne’ye yaklaştığımız sırada koltuk arkadaşımla sohbet etmeye başlamıştım.Meğer,koltuk arkadaşım da aynı üniversiteye aynı bölüm için kayıt olmaya gitmiyormuş mu?Bana “ne çok okudun?Okumayı çok seviyorsun,galiba?”dedikten sonra adını söyledi.Bu arkadaşla üniversitenin kampusündeki kayıt alanına gittik.Heyecandan kalbim küt küt atıyordu.Arkadaşım listede adını kısa süre içinde bulmuştu ben ise bulamamıştım,heyecanla birlikte içimi şimdi biraz da endişe sarmıştı.Neyse ki bir süre sonra ben de adımı listede buldum ve kayıt olarak Edirne Şehir merkezinde konaklayacağımız adrese varmıştık.Arkadaşımın teyzesi Miraç Teyze bizi büyük bir sevinçle karşıladı.Oldukça ihtiyar olmalıydı;beli iki büklüm denecek kadar kambur sayılırdı,yüzü,harita gibi yer yer çizgilerle doluydu.Oysa ilerleyen günlerde göstereceği resminde ne kadar da güzeldi…Bizi sanki önceden tanıyormuşçasına sıcak karşıladı,hemencecik bize yemek hazırladı.Otobüs arkadaşım,yemeğin ardından yapılan kısa sohbetten sonra kendi kalacağı adrese gitti.
Miraç Teyze’den okulun yerini sordum. Okulumun, Selimiye Camii’nin karşısında yer aldığını söyledi, Miraç teyze. Selimiye, evet Selimiye Camii hemen büyük usta Mimar Sinan’ı hatırlattı bana. Selimiye, onun ustalık eseriydi. Bunu ortaokul, lise yıllarında öğrenmiştim. Okulumun yerini öğrendikten sonra büyük mimarın muhteşem eserini görmeye gittim. Aslında bu Selimiye’yi ikinci ziyaretimdi. İlki orta son sınıfta iken başarılı öğrencilerin götürüldüğü Trakya gezisi sırasındaydı. Selimiye ile ilgili en çok hatırımda kalan, şadırvanındaki ‘ters lale’ figürüydü. O ortaokul yılları sırasındaki gezimizde bu ters lalenin hikâyesi şöyle anlatılmıştı bize: Selimiye Camii’nin bitirilmiş ancak şadırvan alanı için caminin bitişiğindeki arsanın da alınması gerekiyormuş. Fakat arsanın sahibi yaşlı kadın çok inatçı ve aksi bir kadınmış. Israrlı çabaların sonunda arsasını cami için vermiş ancak onun hatırlanması ve aksi kişiliğinin belirtilmesi için şadırvana ters lale yapılmıştı. Selimiye Camii gerçekten muhteşemdi ancak balığın, suyun içindeyken suyun kıymetini bilmediği gibi galiba biz de Selimiye Camii’nin kıymetini iyice anlayamıyorduk… Oysa yabancı turistler, fotoğraf üstüne fotoğraf çekerek, notlar alarak Selimiye Camii’nin muhteşemliğini teslim ediyorlardı.
Ekim ayının ilk haftası olmalıydı. Üniversitede eğitim öğretim yılı başlamıştı. Okul bahçesinde mini mini birler gibi sıra olmuştuk… Siyah renkli gözlüklü, tıknaz boylu yüksekokul müdürünün kısa bir açış konuşması ve İstiklal Marşı’mızın ardından sınıflara geçiyorduk. Ben, C şubesine kaydolmuştum. Pencere tarafından orta sırada bir yere oturmuştum, Ne güzel tesadüf ki otobüsteki koltuk arkadaşım da aynı sınıfa düşmüş ve birlikte aynı sıraya oturmuştuk. İlk dersimize giren öğretim görevlisi kısa tanışmanın ardından okul numaralarımızı takdim etmişti ama o da ne, ne kadar uzun numaraydı o? Milyonlarla ifade edilen… Ama endişeye mahal yoktu, kolaylık olsun diye bizler, verilen numaranın son üç rakamını kullanacaktık. Üniversiteye başladıktan sonra bazı arkadaşların iki yıllık yüksek okulu üç yılda bazılarının ise dört yılda bitirdiğine şahit olmuştum. Anlaşılan o ki bu gibi arkadaşların üniversiteyi biran önce bitirmek gibi niyetleri yoktu, onlar kızlarla günlerini gün etmek, gezmek niyetinde olmalıydılar… Oysa ben, öyle miydim? Biran önce üniversiteden mezun olmalı, mesleğime kavuşmalı, hayatımı garantilemeli hepsinden de önemlisi geleceğin yıldızları ile tanışıp onları elimden geldiğince bilgilerle taçlandırmalıydım…
Üniversiteye başladığımdan kısa süre sonra okul sekreterliği tarafından çağrılmış ve İngilizce bilgimin okuduğum bölüme göre yüksek olması sebebi ile bu dersten muaf olmuştum. Bu benim İngilizce bağımı zayıflatmıyor bilakis İngilizce’yi daha çok sevmeme yol açıyordu… Üniversite hayatım süresince Türkçe’nin doğru kullanımı ile ilgili önemli bilgiler kazanmıştım. O zaman kazandığım değerleri şimdi Türkçe öğretmenliğim süresince öğrencilerime aktarmaktan gurur duyuyorum.
Orta boylu, kumral,güleç yüzlüydü Müzik öğretim görevlisi,güleç yüzlü olduğu kadar bir o kadar da disipliniydi.Yaklaşık doksan kişilik sınıfta on dokuz,yirmi yaşlarındaki öğrencilerden dersin disiplinini bozacak kimse çıkamazdı.Dersle ilgisi zayıf olanlara “namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz “ atasözü ile zaman zaman sitem ederdi.
Eğitime Giriş dersi öğretim görevlisi Dursun Bey’di.Son derece beyefendi,anlayışlı,melek huylu bir insandı.Yazılı imtihanda kopya çekenleri bile azarlamayacak kadar…Bir o kadar da şakacıydı.Balıkesir’in Dursun Bey ilçesinden olan bir arkadaş adından sonra “ben,Dursunbeyli’yim” demişti.O da latife ederek benden başka Dursun Bey nasıl olabilir?” demişti.Sosyoloji-Psikoloji dersi öğretim görevlisi ise şahsına münhasır bir diğer kişilikti.Her derse geldiğinde halk arsında James Bond çanta denilen çantasını masaya koymadan önce masayı selpak mendiliyle bir güzel siler ondan sonra çantasını masaya koyar ardından kendi yazmış olduğu ve okuttuğu doksan yüz sayfalık kitabını açar derse başlardı.Öğretmenlik hayatım boyunca uygulayacağım bir metodu da Ölçme ve Değerlendirme öğretim görevlisinden öğrenmiştim”.Öğrencilerinize not verirken hep öğrencilerinizin lehine karar verin,yeşil ışığı öğrencilerden yana yakın.”derdi.Enis Şensever, belki de üniversitede en ilginç kişilikti.Kavak gibi uzun boyu,bacaklarını neredeyse yarım metre açarak yürüyen,kendisinin aksine tıknaz,kısa boylu bir arkadaşı ile gezen,Resim dersi öğretim görevlisi idi.O kadar kalabalık sınıf sayısına rağmen herkesin yaptığı resimleri tek tek inceler,yanlış yapılan resimlerin üzerini uzun bir çizgi ile çizer, resmin doğrusunu da çizmeyi ihmal etmezdi.Bu hasleti ben de benimsemiştim,ilerleyen zaman içinde,öğretmenlik hayatımda benzer davranışları ben de sergileyecektim.
Nihayet üniversite hayatımın sonuna gelmiştim.Sanki günler geçmiyordu.Öğretmen olmuş,öğretmenlik için belgemi de almıştım.Öğretmenlik belgem ile birlikte atamama ilişkin diğer belgeleri hazırlamış ve aynı sınıftan iki arkadaşımla Ankara’nın yolunu tutmuştuk.Milli Eğitim Bakanlığına gerekli belgeleri sunduktan sonra arkadaşlarla ilk olarak Anıtkabir’e gitmiştik.Anıtkabir’i gezdikten sonra oraya yakın bir yerde çay içmek istedik.Ücretini ödemek istediğimizde çok şaşırmıştık çünkü garson bizim çevremizde elli kuruş olan çay için beş lira istiyordu…Ankara’da Gençlik Parkı’nı,Ulus Meydanı’nı ve birkaç önemli yeri daha gezdikten sonra sılamıza döndük.Artık tayin sonucunu bekleme vaktiydi.Aslında “sayılı gün çabuk geçer derler.”Ancak günler bizim için geçmiyor sanki aylar yıl oluyordu… Temmuz, ağustos, eylül, ekim ayları gelmişti ama hala ben atanamamıştım. İçimdeki heyecan yer yer hüzün ve endişe dönüşüyordu ki bir arkadaşımın verdiği müjdeli haberle hüzün ve endişe yerini sevince bıraktı…
Vakit nakittir diyerek fazla zaman kaybetmeden anne ve babamla vedalaşarak tayin yerim olan Erzurum’a doğru yola çıkmıştım. Ankara’ya kadar otobüsle, oradan öteye trenle gittim. Uzun mesafe trenine ilk defa binmiştim. Ankara’dan Erzurum’a neredeyse on iki saatte varabildik kara trenle. Erzurum’a vardığımın ertesi günü doğruca Kongre Caddesi’ndeki İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gittim. Kongre Caddesi yani Erzurum Kongresi’nin yapıldığı cadde, Milli eğitim Müdürlüğü de Kongre Binasıydı hani Sosyal Bilgiler, İnkılâp Tarihi derslerinde okuduğumuz Erzurum Kongresi’nin gerçekleştirildiği yerdeydim… Sevinç ve heyecanla gittiğimiz Milli Eğitim Müdürlüğü’nden atamayla ilgili aldığımız bilgi beni sukut-u hayale uğratmıştı. Çünkü henüz gideceğimiz köy okulu belirlenmemişti. En az on beş gün bekleyecektik. On beş günün sonunda gideceğim köy adresi belli olmuştu.Resmi kayıtlarda Halilkaya köyü idi görev yerim.Ben,köyün halk arasındaki adını bilmediğimden Kongre Caddesi çevresinde uzunca bir aramadan sonra köy otobüsünün kalkacağı yeri bulabilmiştim.Galiba otobüse saat üç sıralarında binmiştik.Masalardaki gibi az gittik uz gittik,dere tepe düz gittik ama bir türlü köye ulaşamıyorduk.Görev yapacağım köy merkeze bağlı bir köy olmasına rağmen yüz yirmi kilometre idi.Aradan yaklaşık altı saat geçti.Bu uzaklığı ev geçen süreyi de göz önüne alarak Halilkaya köyüne geldiğimizi zannederek zaman zaman köye geldik mi?diye soruyordum.Neden sonra köye bir buçuk kilometre uzaklıktaki dereden geçtikten sonra adeta yılan gibi kıvrılan dik yamaçlı yolu izleyerek ulaşmıştık.Otobüs şoförü “Hoca köyün burası.”deyip çekip gitmişti.Ben,köyden kimseyi tanımıyordum adeta öksüz gibi kalakalmıştım.Neden sonra cesaretimi toplayarak akşamın kör karanlığında seçebildiğim köylüye muhtarın evini sordum.Elimdeki birkaç parça eşya ile muhtarın evine vardım.Kapıdan içeri girer girmez muhtarın “hoş geldin hoca” nidasından sonra çıkardığım paltoyu muhtarın kızı bir çırpıda alarak askıya astı.O uzun yolculuktan sonra çok yorulmuştum,uzun süre yemek yememiş olmama rağmen hiç iştahım yoktu.Ev sahibini kırmamak için ilk defa gördüğüm tandır ekmeği,çay ve tere yağ ile karnımı doyurduktan sonra muhtarın gösterdiği köy odasında hazırlanan yatağa yattım.Yatak,yorgan oldukça soğuktu daha da kötüsü hiç hoşlanmadığım sigara kokusu sinmişti yatağa.Çünkü burası köy odasıydı,köyde kahvehane olmadığından köylüler akşamları buraya gelir,çay,kahve,sigara içerler ve evlerine giderlerdi…Ertesi sabah, esmer,orta boylu,siyah kasketli muhtarla okula gittik,okulun bölümlerini gezerken sınıfların pencere camlarının bir kısmının olmaması ,küçük bir odada tezek denilen yakacaklar ve sınıfın orta yerindeki saç silindir soba ilk dikkatim çekenlerdi…O gün kendi kendimi göreve başlatmıştım çünkü okulda tek öğretmendim yani hem öğretmen hem müdür.Bir sonraki gün göreve başlama yazımı Erzurum Milli Eğitime teslim ettim ve diğer resmi işlemlerden sonra tekrar köye döndüm.Köye döndüğüm gün cumaydı.Arada iki gün tatil vardı.Şimdi bu iki gün nasıl geçecekti?
Nihayet beklenen gün 14 Kasım 1988 Pazartesi günü olmuştu. Heyecanla erkenden uyandım. Gerekli hazırlıklardan sonra saat 8.30’da okulun kapısını açtım. Öğretmenliğimin ilk yıldızları olan öğrencilerle tanışmak için okulun etrafına göz attığımda mini mini bir kız çocuğunun annesi ile okula geldiklerini gördüm. Bana yaklaştıklarında adını sordum.
"Adın ne?"Adım Pınar”dedi. Çekingen ve kısık bir sesle. Pınar’ın ardından ağabeyi Yener ve diğerleri geldiler. Beş sınıf bir arada olmasına rağmen sadece on bir öğrenci vardı. Daha okula ilk girişte eğri bir ağaçtan yapılmış bayrak direği dikkat çekiyordu. İki sınıflı ve küçük bir müdür odasından oluşan taş yapıdan ibaretti okulum. Sınıfın biri sadece ardiye gibi kullanılıyordu ve pencerelerinin hiçbirinin camı yoktu. Sınıf olarak kullanacağımız sınıfın ise pencerelerinin camlarının yarısı kırıktı. Sınıfın ortasındaki kocaman silindir saç soba özellikle dikkat çekiyordu. Sınıf tezekle ısıtılıyordu. Üç yıl boyunca ilkokulumdaki öğrencilerime elimden geldiğince faydalı olmaya çalıştım.
Erzurum ve köylerinde bizim batıdaki gibi kahvehaneler yoktur. Özellikle köylerde, köy odaları vardır. Köy halkı geceleri köy odasında toplanırlar, sohbet ederler. Özellikle gençler, öğretmen bekârsa onun lojmanına giderler. Köylülerle tanışmak üzere köy odasına ilk gittiğim gece selam faslından sonra gösterilen yere oturdum. Ardından odadakiler sırayla "merhaba hoca, merhaba hoca"...demeye başladılar tek tek. Bu durum, bizim buralarda rastlanılmayan bir durum olduğundan oldukça şaşırmıştım. Halil kaya köyünde öğretmenliğe başladığımın üzerinden yaklaşık bir ay kadar geçmişti. Köyün şehre uzak olması sebebi ile bazı önemli kuru gıdaları tedarik etmiş bunun yanı sıra bir çuval da un almıştım. Lojmana gelenlerden her biri -başta muhtar olmak üzere-"Hoca, bu unu nedecesen?"demeye başladılar."Biz, bir öğretmene bakamayacak mıyız? Bu unu kaldır hoca."dediler. Bu köyde öğretmenlik yaptığım üç yıl içinde bana daima tandır ekmeği getirerek, ekmek ihtiyacımı karşıladılar. Ayrıca bu köy ve çevre köy insanlarının misafire gösterdikleri hürmet gerçekten saygıdeğerdi. Ben de Halilkaya köyünden ayrıldığım yıldan sonraki yıllarda -bayramlarda- onlara tebrik kartı göndererek gönüllerini almaya çalıştım...
VERONICA
Onu gördüğü ilk an “işte o !” dedi. Uzun boylu, esmer ve yanındaki kısa boylu,sarışın,kilolu arkadaşına göre gösterişli duruyordu....
Ahmet yüreğine söz geçiremiyor Veronica’dan gözlerini alamıyordu....
Sanki Veronica da mı ona bakıyordu? Bir an göz göze geldiler.Sanki ya da Ahmet öyle mi olsun istemişti....
Ateş istemek için yanlarına yaklaştı aslında,Veronica keşke görebilseydi Ahmet’in içindeki ateşi....
Çekingen şekilde ama gözlerini Veronica’dan alamadan “af edersiniz ateşiniz var mı?”dedi... Bira an Veronica ona bakmıştı o upuzun kirpikleri zümrüt yeşili gözleri daha önce hiç görmediği kadar güzel yüzü…Ah keşke! Veronica anlayabilseydi, istediği ateş aslında onun içinde Veronica’yı gördüğü ilk anda yanmaya başlamıştı...Veronica onu gördüğü ilk an anlamıştı, gözleri üzerindeydi...
Ahmet, uzun boylu esmer ve Veronica’nın şimdiye kadar gördüğü kimseye benzemeyecek kadar yakışıklıydı...Bir an sanki Ahmet’in bakışlarını yakaladığını hissetti,hayır bu olamazdı, hiç tanımadığı bir erkeğe bu kadar uzun süre bakamazdı ama içindekileri de nasıl durdurabilirdi?Ahmet de sanki bu bakışlardan cesaret almış gibi ayağa kalkmış yanına yaklaşıyordu...Peki ya şimdi ne olacaktı?Yanındaki arkadaşını dinliyor gibi yapıp duygularını belli etmemeye çalıştı ama Ahmet,giderek yaklaşıyordu ve Veronica kalbinin sesini şimdi daha da iyi hissediyordu...
Ahmet yanına yaklaşıp “af edersiniz ateşiniz var mı?” dedi. Evet evet bunu söylemişti yoksa Veronica, Ahmet’in gözleriyle buluştuğu o iki saniye de hayat onun için durmuş bütün kelimeler anlamını yitirmişti...
Uzun boylu esmer bayan,”Özür dilerim,ben sigara kullanmıyorum ama arkadaşım ara sıra kullanır,onda çakmak var.”dedi. Adının Veronica,arkadaşının adının ise Isabel olduğunu söyledi.Veronica adı Ahmet’in zihninde özel bir yere sahipti.Yılar önce zaman zaman Latin pembe dizilerinden izlediklerinden birinde Veronica adlı dizi yıldızı bayan sevdiği bir tipti ve yeni tanıştığı Veronica’ya oldukça benziyordu.Fakat dizideki Veronica daha kilolu,esmer,uzun boylu idi.Tanıştığı Veronica ise dizidekinden daha güzel ve kilosu ile boyu orantılı bir yapıdaydı.Ahmet de kendini tanıtarak öğretmen olduğunu belirtti,”sizinle tanıştığıma çok memnun oldum”dedi. Ahmet,Veronica’nın sıcak kanlılığı,güler yüzlülüğü,mütevazı duruşundan çok etkilenmiş ve sohbetin uzaması ve daha iyi tanışmak için onlara bir şeyler ısmarlamak istediğini söyledi,onlar da kısa bir tereddüt geçirmekle birlikte bu nazik daveti geri çevirmediler.Birlikte çaylarını yudumlarlarken sohbet daha da koyulaştı.Veronica,Türkiye hakkında çok az şey biliyordu ve bazı bilgiler edinmek istiyordu.Bu durum samimiyeti ilerletmek için bulunmaz bir fırsattı… Ahmet,Türkiye’nin kuzey batısında şirin bir kasabada yaşadığını,Türkiye’nin dört mevsim yaşanabilen,doğal ve tarihi güzellikleri ile dünyada ender güzellikteki ülkelerden biri olduğunu ,özellikle İstanbul,Bursa,İzmir,Edirne,Çanakkale gibi şehirlerin tarihi güzelliklerinin görülmeğe değer olduğunu;Karadeniz Bölgesi’nin zümrüt ormanlarıyla yeşillikler bölgesi,Akdeniz,Ege ve Marmara Bölgelerinin ise tarihi güzelliklerinin yanı sıra özellikle turistik sayfiye alanları bakımından gezilip görülmeye değer yerler olduğunu söyledikten sonra kısaca kendinden bahsetti.”On yıldır öğretmenlik yapmakta,mesleğimi çok sevmekteyim ayrıca en önemli hobilerinden birinin yabancı dil öğrenmek,yabancı kültürleri tanımak olduğunu söyleyebilirim.”dedi.Ve biraz da Veronica’nın kendisinden ve ülkesinden bahsetmesini istedi.Veronica, Arjantinli olduklarını,kısa bir yaz tatili için Kuşadası’na geldiklerini ve burasını çok beğendiklerini söyledi. Ülkesi Arjintin’in dilinin İspanyolca olduğunu anlattı.Ahmet ,İngilizce’sinin oldukça iyi olduğunu ikinci bir dil olarak İspanyolca öğrenmek istediğini belirtti ancak bu konuda “Veronica, sizin yardımınıza ihtiyacım var.”dedi.Veronica,”size yardımcı olmak isterim ama nasıl?”dedi.Ahmet Bey de e-mail aracılığı ile bunu gerçekleştirebiliriz belki…”dedi.Bunun üzerine birbirlerinin elektronik posta adreslerini alarak vedalaştılar.Bundan sonra,iki arkadaş,dostluklarını ilerletmek için yaklaşık bir yıl kadar e-mailleştiler.Günler ilerledikçe Ahmet Veronica’ya aşklarının ebediyete kadar sürmesi gerektiğini belirtiyor ama Veronica’dan henüz istediği şekilde yeşil ışık alamıyordu.Yine de Ahmet,umudunu yitirmiyordu çünkü gün geçtikçe birbirlerine daha da ısınıyorlardı.Ahmet,İlişkilerinin ciddiyetinin dozunu arttırmak birbirlerini daha iyi tanıyabilmek adına Veronica ve ailesini yaşadığı şehre davet etti.Veronica,Ahmet’in yaşadığı şehri görmeyi ve ailesi ile de tanışmayı dolayısıyla Ahmet’i daha yakından tanımayı çok arzu ediyordu…Veronica ailesini zor da olsa Türkiye’ye gitmek üzere ikna edebildi.Veronica,o yaz annesi Maria ile birlikte Türkiye’ye Ahmet ve ailesine misafir olarak geldiler.Ahmet Bey,Veronica ve annesine şehrini gezdirdi.Veronica,Ahmet’in şehri ile Arjantin arsında bazı benzerlikler kuruyordu.Mesela,Arjantin’de düzlük alanlar ve çayırlıklar çoktu.Burada da Arjantin kadar olmasa da düzlük yeşillik alanlar çoktu.Arjantine’dönmeden bir gün önceydi.Veronica ile Ahmet birlikte deniz kenarındaki bir çay bahçesine gittiler.O gün hava ne kadar da güzeldi.Rüzgar ılgıt ılgıt esiyor,denizin görünümü çarşaf gibiydi.Ahmet ile Veronica o gün çocuklar kadar şendiler.Çaylarını yudumlarken Ahmet,evlilik konusunda Veronica’nın fikirlerini yoklamak istedi ve bütün cesaretini toplayarak Veronica’ya evlenme teklifinde bulundu.Veronica da Ahmet’i günden güne daha çok sevmeye başlamıştı ancak yine de bir duraksadı Çünkü kendisi Hıristiyan hatta koyu sayılabilecek şekilde koyu bir Katolikti.Anne,babası ile birlikte çok zaman kilise ayinlerine katılırdı.Bu ayinlerin kendisini çok tatmin ettiği söylenemezdi ancak başka alternatifi de yoktu.Ahmet ise Müslümandı.Dini kimlikleri farklıydı.Müslümanlıkla ilgili bilgisi de yoktu,olsa bile ailesine bunu nasıl anlatırdı?..Veronica azgın deniz dalgaları gibi olan bu duygularla mücadele ederken Ahmet’in “Veronica!” diyen meltem tatlılığındaki sesiyle irkildi.”Teklifime ne diyorsun?”diye tekrarladı Ahmet.”Şeyyy “ dedi Veronica.”Beni en çok dini kimliklerimizin farklılığı düşündürüyor,Ahmet”dedi.”Teklifini kabul etsem sen benim Müslüman olmamı istemeyecek misin?Ben ise buna hazır değilim,zaten Müslümanlıkla ilgili bazı olumsuzluklar dışında olumlu olarak bir şey bilmiyorum.”dedi endişeli bir ses tonu ile…
Ahmet sakinleştirici bir ses tonu ile”öncelikle şunu bilmeni isterim Veronica “dedi.İslam dini hoşgörü dinidir,İslam dininin kitabı Kur’anda “la ikrahe fiddiyn…”yani “dinde zorlama yoktur.”ifadesi vardır.”Sen istemedikçe seni Müslüman olmaya kimse zorlayamaz,merak etme.”dedi Ahmet.”Bir de ad değiştirme meselesi var.”dedi merakla Veronica.”O konuda da endişelenmene gerek yok.”dedi Ahmet.”Evlendiğimizde de asıl adını kullanabilirsin sadece soy ad olarak benim soyadımı kullanman gerekecek.dedi,Ahmet.Veronica oldukça rahatlamıştı…Veronica ve annesi birkaç gün sonra tekrar Arjantin’e döndüler.Ahmet ile Veronica günden güne birlerine daha çok bağlanıyorlardı.Ahmet,aralarındaki bağı daha da güçlendirmek için biraz da İspanyolca bazı bilgileri sormak bahanesiyle daha çok e-mail yazıyordu. Bir sonraki yıl, Veronica ve ailesi bir süreliğine Arjintin’e gittiler.Bu defa Veronica Ahmet’i Arjantin’ davet etti ancak yol parasının çok pahalı olduğunu ve yolculuk süresinin de çok uzun süreceğini de ayrıca belirtti.Ne olursa olsun,Ahmet,Veronica’ya iyice aşık olmuştu.Ahmet Bey,her sıkıntıyı göze alıp o yıl Arjintin’e uçtu.İlk defa uçağa biniyordu Ahmet.Özellikle uçak havalanırken çok heyecanlandı.Uçak,gökyüzünde belli bir yüksekliğe ulaşınca heyecanı yatıştı,bir süre uçağın penceresinden aşağı baktı,çok korktuğunu hissetti ama güvendeydi,korkmasına gerek yoktu.Aşağıdaki gördüğü ülkenin şehirlerinin evleri aynı kitaplardaki harita veya plan dizaynı şeklindeydi.Daha sonra yüzünü gök yüzüne çevirdi.Bulutların oldukça üzerinde seyrediyordu şimdi uçak.Bulutlar adeta pamuk yığını gibi ne kadar da hoş görünüyorlardı.Bu esnada uçak hafiften bir sarsıldı,bayağı korkmuştu Ahmet.Uçak kabin görevlisi kısa bir süreliğine uçağın türbülansa girdiğini ancak endişelenecek bir durum olmadığını söyledi.Ardından hostesler yemek servisinin başlayacağını söylediler.Her yolcunun yanına gelen hostesler ne yemek istediklerini soruyorlardı.İnce yapılı,esmer,çelimsiz yüzlü hostes baykınlı(bacon) sandviç ve spagetti çorbası olduğunu belirtti.Ahmet,beykın denilen yiyeceğin domuz eti olabileceğini düşünerek kesin bilgi almak istedi,evet beykın gerçekten de domuz eti idi.Müslüman bir ülke vatandaşı olduğundan bunun yerine spagetti çorbasını tercih etti ancak o da pek alışık olmadığı bir yiyecek olmamasına rağmen mecburen açlığını yatıştırmak için ondan yedi.Oldukça uzun bir yolculuktan sonra Buenos Aires Havaalanı’na inmişti artık.Uçağın merdivenlerinden inerken uzaktan Veronica’nın el salladığını farkedenAhmet rahatlamıştı.Veronica,şimdi gözüne daha bir güzel görünüyordu.Üzerindeki mavi kazağı,mavi uzun eteği ve lacivert paltosu ile podyumdaki bir mankeni andırıyordu Ahmet Bey için…Veronica bu kışlık kıyafetler içindeydi çünkü Türkiye’de mevsim yaz iken Arjantin’de-Güney Amerika’da şimdi mevsim kıştı.Ahmet Bey de lacivert kadife pantolonu,gri, boğazlı kazağı,kaşe lacivert ceketi ile gayet şıktı.Veronica ve Ahmet,hava alanı ile Veronica’nın evleri arasındaki yaklaşık otuz kilometrelik mesafeyi tren ile kat edeceklerdi.Kırk beş dakika süren tren yolculuğundan sonra Veronica’nın evine varmışlardı.Evleri çok lüks olmakla birlikte çok da bakımsız değildi.İki katlı, parlement mavisi bir renkteydi.Bahçede gül ağaçlarının yakınında açmış kardelenler ne kadar da beyazdı,vakur gelinler gibi adeta defilede gösteri yapmak için sıralarını bekliyorlardı.Ayrıca kardelenler kışın açan en sevdiği çiçeklerdi.Çocukluğunda evlerinin yakınında karları delerek arzı endam edişlerine bayıldığı günleri hatırladı ve maziye daldı bir an….Bir de dağ çilekleri yok muydu kardelenlere benzeyen…Karın içinde kışın soğuna inat beyaz gelinliklerini giyerlerdi.Bir süre sonra da bilye büyüklüğünde kırmızı kırmızı meyveler verirlerdi…Ahmet,böyle tatlı tatlı hülyalara dalmış gibi düşünürken,Veronica’nın heyy Ahmet!daldın gittin diyen ve tatlı tatlı gülümseyen yüzü ile karşı karşıya geldi ve kendini toparlayarak birlikte evlerine girdiler.Veronica,babası Juan ve kardeşi Jonathan ile de tanıştırdı,Ahmet’i.Bay Juan altmış yaşlarında,saçlarına kırağı yağmış gibi saçları beyaz ve yüzündeki yer yer kırışıkları olan sempatik görünüşlü bir adamdı.Jonathan daha on beş yaşında,hafif kıvırcık,siyah saçlı,esmer tenli bir gençti.Anne Maria ile daha önce tanışmışlardı.Hep birlikte öğrendikleri Türkçe selamlamayı kırık bir Türkçe edasıyla söylediler…
Ahmet,Veronicaların evinde bir hafta kadar kaldı.Bir hafta içinde Veronica da kendi şehrini gezdirdi Ahmet’e.Arjantin ve Arjantin’in başkenti Buenos Aires hakında şu bilgileri aldı: “İspanyolca da "Güzel Havalar" anlamına gelen ve Arjantin'in en büyük kenti olan Buenos Aires, aynı zamanda Güney Amerika'nın da en büyük kentlerinden biridir. 2001 nüfus sayımına göre kentte 2.776.234 kişi yaşamasına karşın, bu sayı çevresindeki varoşlar
da hesaba katıldığında 12 milyonu geçer.
Kentte yaşayanların çoğunluğu İspanyol ve İtalyan kökenli olmakla birlikte, azımsanmayacak oranda Arap, Musevi, Gürcü, Ermeni, Çin ve Kore kökenliler de bulunur. En yaygın din Katolik Hristiyanlık, resmi dili ise
İspanyolca'dır.”diye bigi verdi Veronica.
Ahmet,günden güne Veronica’ya daha çok aşık olduğunu hissediyordu.Ahmet,evlilik konusunu uygun bir anda tekrar gündeme getirdi.Veronica,bu konuyu öncelikle annesi ile değerlendirmesi gerektiğini belirti.Ertesi gün konuyu Ahmet’e söylediği gibi önce annesine açtı,anne Maria,durumun buraya varacağını az çok tahmin ettiğinden pek şaşırmadı aslında ama itiraz etmeden de geri kalmadı.Kızı Veronica ile benzer endişeleri tartıştılar ayrıca ülkelerin uzak olması,kültür farklılığı durumlarla ilgili sıkıntılar nasıl aşılacaktı?”Kaldı ki ben kabul etsem bile baban asla kabul etmez Veronica dedi,anne Maria.”Şimdi anne Maria veVeronica pek bir ikilemdeydiler.Ahmet,ertesi gün Türkiye’ye dönecekti.Anne Maria,biraz çekinerek de olsa konuyu baba Juan’a açtı .O sempatik adamın yüz ifadesi,eşinin söyledikleri karşısında birdenbire gerildi,yüzündeki kırışıklıklar daha çok ortaya çıktı.”İki dünya bir araya gelse bu iş olmaz.”dedi baba Juan sert bir ses tonuyla.Ertesi sabah,Veronica,anne ve babasının evlilikle ilgili olumsuz kararlarını Ahmet’e söyledi.Ahmet temkinliydi çünkü beklentisi yönünde bir karar geleceğini az çok tahmin ediyordu.Bütün olumsuzluklara rağmen iki genç birbirinden vazgeçecek gibi görünmüyordu,özellikle de Ahmet.Ahmet,Türkiye’ye döndükten sonra da Veronika ve Ahmet gelecekleri hakkında konuşmaya devam ettiler.Evlilik konusu Veronika’nın anne ve babasını da sürekli meşgul ederken diğer taraftan Ahmet’in annesi başta olmak üzere babası da bazı endişeler taşımaktaydılar.Ahmet,babasını bu evliğe razı etmişti ancak annesini ikna etmek o kadar kolay görünmüyordu.Çünkü özellikle anneler için genelde erkek çocukları vazgeçilmezdiler.Ahmet’in annesi,fiziki olarak oldukça zayıf,esmer tenli,ela gözlü idi.Ruhi açıdan ise tezcanlı,cana yakın,insanlara yardım etmeyi seven hoşgörülü bir insandı.Hoşgörülü olmasına hoşgörülü idi ancak,oğlunun birden bire böyle yurt dışından bir kıza aşık olup evlenmek isteyeceğini nereden bilebilirdi…O yüzden biricik oğlu için uzunca bir zamandır babasının da tanıdığı bir öğretmen kız vardı.Hep onunla evlenmesini hayal ederdi.Geleceğe dair hayaller kurardı oğlu ve gelini için.Ahmet ile Selcan aynı köydendiler.Ahmet,çocukluk yıllarında onunla evlenmek istediğini düşünürdü ama geçen yıllar içinde düşünceleri değişmişti zaten Selcan da eski Selcan değildi,çarşıda karşılaştıklarında çok zaman Ahmet selam verir Selcan zoraki bir tavırla karşılık verirdi. Diğer taraftan,Veronica’nın babası inatçı iken annesi daha ılımlı davranıyordu.Veronica,babasının bütün olumsuz düşüncelerine rağmen Ahmet ile evlenmekten vazgeçmeyeceğini anne ve babasına bir kere daha iletmişti.Annesinden olumlu yönde sinyaller alıyordu ama babasından asla…
Nihayet dalgalı denizin sakinleşmesi zaman aldığı gibi Veronica ile Ahmet’in evlilik durumundaki dalgalanma da zaman almıştı ama bütün olumsuzluklara rağmen iki genç evlenmeye karar verdiler.Bir temmuz ayında Veronica ve Ahmet sade bir törenle evliliklerini gerçekleştirdiler.Düğüne,Veronica’nın babası katılmadı,anne Maria ise biricik kızına kıyamazdı ve mutlu gününde onu yalnız. bırakmadı. Veronica’nın yeni hayatında en çok zahmet çekeceği konu bundan sonra dil problemi idi çünkü sınırlı sayıda Türkçe kelime biliyor eşi dışında kimse ile iletişim kuramıyordu.Bu dil problemini çözmek için birebir Türkçe dersleri almaya başladı ama çok zorlanıyordu Veronica.Çünkü Türkçe,İspanyolca’dan çok farklı dildi.Türkçe ile İspanyolca’nın tek ortak yanı alfabenin Latin alfabesi olmasıydı ama bu neredeyse hiçbir problemi çözmüyordu bir de Türkçe,İspanyolca ve diğer Avrupa dillerinin aksine sadece sondan eklemlemeli bir dildi.
Uzun uğraşlar sonunda Veronica,kendini az çok ifade edebilecek şekilde Türkçe öğrenmişti.Evliliklerinin ilk yılı sona ermiş Nilgül Beyza adını verdikleri bir kız çocukları dünyaya gelmişti.Nilgül Beyza,anneye çok benziyordu.Onun gibi zümrüt yeşili gözleri vardı.Ahmet,yaz tatilinde olduğu için Veronica ve Nilgül bebekle daha çok ilgileniyor,eşinin Türkçe’sinin gelişmesine destek olmak için daha çok çaba gösteriyordu.Evliliklerinin ikinci senesiydi.Veronica,anne babasını çok özlemişti,o yaz tatilinde üçü birlikte Arjintin’e uçtular.Baba Juan geçen iki sene içinde eski olumsuz tavrını oldukça değiştirmiş kızını da çok özlemişti,kızı ve torunu gözünde tütüyordu. Kız torun ortamın yumuşamasına önemli katkıda bulunmuştu.Bir gün Veronica ve Ahmet,bebeklerini anneanneye bırakarak baş başa dışarıya yemeğe çıktılar.Gittikleri lokantada Ahmet,etli yemeklerde asla domuz eti olmamasını tembihlemişti.Veronica,Ahmet’in domuz eti konusundaki hassasiyetini biliyordu.Çünkü Ahmet,İslam dinine göre,domuz eti,kan,leş ve Allah’tan başkası adına kesilenlerin haram olduğunu öğrenmişti.Bu bakımdan eşinin hassasiyetini garsonaVeronica özellikle tembih etmişti.Buna rağmen,garson yapılan tembihi dikkate almayarak domuz etli bir yemeği serviş etmişti. Ahmet,garsonun bu dikkatsizliğine bozularak yemeği yemeden lokantadan ayrılmışlardı Veronica ve eşi.Daha sonra sadece sebze yemeklerinin servis edildiği başka bir lokantaya gitmişlerdi.Türkiye’ye dönme zamanı gelmişti.İşte şimdi tekrar Türkiye’de idiler.Bir ay boyunca Ahmet;Veronica’yı Türkçe öğretim kampına almıştı.Türkçe dili ve kuralları işleniyor daha da önemlisi Türkçe konuşma pratikleri ağırlık kazanıyordu.Artık,yavaş yavaş komşularla da iletişim kurabiliyordu Veronica,kendine olan güveni günden güne artıyordu.Kadınlar arasında yapılan toplantılara da katılmaya da başlamıştı .Kadınlar arasında yaptıkları gün toplantılarında en çok dikkatini çeken Meryem Fazilet hanımdı.Orta boylu,tıknaz yapılı,güleç yüzlü,beyaz tenli sadece ev ortamında başını açan bir bayandı Meryem hanım.Veronica,ona daha çok Meryem hanım demeyi tercih ederdi.Çünkü Meryem adı annesininki ile aynıydı,sadece yazılış ve telaffuz farklılığı vardı ikisi arasında…Kadınlar grubundaki diğer bayanlardan bazıları başlarını yarı örter bazıları da hiç örtmezdi.Veronica,bu durumu çok merak eder, yarım Türkçesi ile durumu anlamaya çalışırdı.Aslında bu konudaki ilk sorusunu biraz olsun eşi Ahmet cevaplamıştı.Kur’an’ın İncil,Tevrat gibi Allah’ın kitabı olduğunu ve Kur’anda kadınların başörtüsü kullanması ile ilgili ayetler-Kur’an cümleleri-olduğunu bu bakımdan bazı kadınların inancı gereği başlarını örtüklerini anlatmıştı.Bu konuyu bir kere de Meryem hanıma sormuş o da eşinin anlattığı tarzda bir cevap vermişti… Kadınlar aralarında konuşurlarken bazen orada bulunmayan arkadaşlarını çekiştirirlerdi,böyle durumlarda Meryem hanım dedikodunun dinimiz bakımından hoş bir davranış olmadığını hatırlatırdı zaman zaman…Kısa bir konu değişikliğinden sonra tekrar dedikodu içeren konuşmalar başlarsa Meryem hanım kalkar giderdi.Meryem hanımın diğer kadınlardan farklı davranışları Veronica’yı çok etkiliyordu.Bir de eşi Ahmet,her cuma mutlaka mezquitaya yani camiye giderdi.Bunun sebebini de şöyle açıklamıştı Ahmet eşine:”Biliyorsun üç tane semavi din var:Yahudilik,Hıristiyanlık,Müslümanlık.Yahudilerin kutsal günü cumartesi,Hıristiyanların Pazar günü,Müslümanların da cuma günüdür.Cuma günü Müslümanların bayram günüdür.Bu sebeple her cuma günü cuma namazına giderim,diye açıklamıştı.Veronica,sahi babam ve dedem de çoğunlukla pazar ayinlerini aksatmazlardı,annem ve ben de sık olmasa da ayinlere katılırdık diye düşünerek eşini anlamaya çalışırdı.
Veronica’nın dini anlayışında bir farklılık yoktu.Bayan toplantılarındaki Meryem hanımın dışında onu etkileyen birisi yoktu hatta eşi bile dini konuda ona pek tesirde bulunamıyordu.Ahmet Bey,dini konuda kendini geliştirmiş,bilgili bir kişi olmasına rağmen pratik anlamda iyi bir uygulayıcı değildi.Veronica,açık giysiler giymez ama başörtüsü örtmek ve başörtüsü kullanmanın anlamını sadece Meryem hanımı gördüğünde hatırlardı…Türkiye’nin Arjantin,İspanya veya Amerika’dan çok farklı yönünü göremezdi.Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yaşadığı şehirde de içkili mekanlar çoktu.Hıristiyanlığın aksine İslam dininde içki içmenin haram olduğunu da öğrenmişti ama bazı insanlar durum böyleyken niçin içki içmekteydiler,bu durumu eşi Ahmet’e soruyor ancak tatminkar karşılıklar alamayınca “Siz iyi Müslüman değilsiniz.” diyerek sitem ettiği de oluyordu.Böyle olduktan sonra benim din değiştirmeme gerek yok diye düşünürdü kendi kendine.
Nilgül Beyza şimdi iki yaşına basmıştı.Artık bazı kelimeleri yarım yarım söylese de konuşabiliyordu.Bazen annesinden işitti İspanyoca kelimelrle Türkçe kelimleri karıştırdığı da oluyor çok kere annesine seslenirken “anniii”yerine “mami,babasına da “papa” dediği oluyordu.Ama ziyanı yoktu bilakis Beyza şanslı sayılırdı çünkü küçük yaşlardan itibaren ana dilinin yanında ikinci bir dili de öğrenebilecekti…
Veronica yine gün toplantısındaydı.Her zaman olduğu gibi hal hatır sormadan sonra sohbet başlamıştı.Gün arkadaşlarından,sarışın,kısa saçlı,oldukça kilolu bir bayan olan Gülay hanım,”Veronica,artık sen de bizden oldun maşallah oldukça gelişti.”dedi.Estağfirullah Gülay hanım daha pek iyi sayılmam,ama inşallah daha da geliştireceğim Türkçe’mi,bunun için çok çaba sarf ediyorum,dedi.Gülay hanım” Oh Veronica,hiç öyle şekerim,bak bizim bile bazen zorlandığımız “estağfirullah,inşallah” kelimelerini bile kullanıyorsun,gerçi böyle Arapça kökenli kelimeleri kullanmayı ben sevmiyorum.Modern insanlar bu kelimeler yerine Türkçe karşılıklarını kullanmalı.Biraz da Meryem hanıma gönderme yaparak bir de şu türbanlılar yok mu,namaz kılıp oruç tutanlar,bazen onlardan öyle nefret ediyorum ki bunlar hep gericiler,yobazlar…derken sözünün tamamlamasına fırsat vermeden tam karşısında oturan Seyhan hanım müdahelede bulundu.”Gülay hanım,biraz ileri gitmedin mi sen?Bak,benim de başım açık,namaz kılmıyor,oruç da tutmuyorum ama senin kadar ön yargılı değilim.O,insanlar,dinlerinin gereğini yapıyorlar,o zaman sen kendin dediklerini niçin uygulamıyorsun diyecek olursan,annem babam beni dinimizin kuralarına göre yetiştirmedi.Bana besmeleyi bile öğretmediler.Ben de çaba göstermediğim için bugün iyi bir uygulayıcı değilim ama şükür ki inancım tam.”dedi.”Hem sen genelde gazete okuyan bir insansın,seninle adaş olan bir yazar var soyadını unuttum şimdi,kendisi belki de ateist ama “başörtüsü”nün bir insanlık hakkı olduğunu,başörtüsü hürriyetinin sağlanmasının önemini vurgulayan yazılar yazar,zaman zaman…Gülay hanım,”özür dilerim,galiba biraz ileri gittim.”dedi.Meryem hanım söze girerek evet arkadaşım biraz değil çok ileri giden sözler söyledin daha da kötüsü Veronica’nın kafasını karıştırdın oysa o bize alışmaya bizi anlamaya başlamıştı”dedi.Evet,Veronica’nın kafası şimdi daha bir karışmıştı.Gülay hanımın sözleri ona daha yakın geliyordu ama Meryem hanım da anlamsız ve gereksiz konuşmazdı….Galiba,olayları kendi seyrine bırakmak daha iyi olacaktı.Hem eşinden zaman zaman şu sözleri işitirdi:”Bize şer gibi gözüken şeylerde iyilik,iyilik gibi gözüken şerlerde hayır olabilirdi…”Gün bitmiş herkes evine dönmüştü.İşittiklerini,konuşulanları eşine anlattı Veronica.”Sen,bu olayları şimdilik pek irdeleme ve sana ilerleyen zaman içinde aydın din adamlarının yazdığı kitapları okumanı sağlayacağım bir de Meryem hanımın tavsiyelerini dikkate almanı isterim”dedi.
Günler ne kadar da hızlı geçiyordu,evleneli beş yıl olmuştu bile…Beyaza’nın bir erkek kardeşi dünyaya gelmişti.”Adını,Juan veya kardeşimin adı olan Jonathan koyalım.” Dedi.Veronica eşine.Ama Ahmet, bunu kabul edemeyeceğini çünkü,güzel bir ismin,İslam dinine uygun bir ismin veya kötü anlamlı olmayan bir ismin çocuk üzerinde önemli etkisi olduğunu biliyordu ve öldükten sonra kişinin babasının adı ve kendi adıyla çağrılacağını biliyordu bu sebeplerle Veronica’nın teklif ettiği adı çocuğuna ad olarak koyamayacağını özür dileyerek reddetti. Ahmet,Yusuf’un doğumundan kısa süre sonra oğlunu kucağına aldı ve sağ kulağına ezan sol kulağına kamet okuyarak adını “Yusuf” koydu.kendi istediği adın konulmaması Veronica’nın içine sinmemişti.Veronica’nın sitemli bir şekilde davranış sergilemeyi sürdürmesi karşısında” istersen sen oğlumuzu kardeşinin adıyla da çağırabilirsin ancak bunu nüfus kağıdına yazdıramayız.”demişti,Ahmet Veronica,problemin bu şekilde çözümüne kavuşturulmuş olmasına razı olmuştu.Yusuf,beyaz,yuvarlak yüzlü ela gözlüydü ve daha çok babasına benziyordu.Müjdeli haberi,Veronica,ailesine de uçurdu.en çok da onu kardeşinin adıyla da çağırabileceğine sevindiğini belirtmişti ailesine.Buna aynı zamanda dayısı Jonathan da çok sevinmişti.Demek ki yeğenimle aynı adı taşıyacakmışız,oleeeey! diye bir çığlık attı…Torunlarını görmek için Mustafa dede ile birlikte Münevver nine ve Nermin hala da gelmişlerdi.Nermin hala,esmer tenli,Ahmet’in aksine biraz kilolu,orta boylu açık mavi gözlüydü.Mustafa dede biraz eli sıkı birisiydi ama torunlarını çok seviyordu.Böyle durumlarda cimriliğini bazen unuttuğu olurdu.Öteki torununa yaptığı gibi Yusuf’a da bir cumhuriyet altını yaptırmıştı.”Yusuf’un saçları biraz uzadığında onları kesin kızım Beyza’ya yaptığım gibi ona da saçlarının ağırlığınca altın takacağım.”demişti.Bu değişik adetler,Veronica’nın dikatini çok çekiyordu dayanamadı ve çocuklarının adını koyarken ve çocukların saçları kesildikten sonra takılan bu takının ne anlama geldiğini sordu.Ahmet’ten önce Mustafa dede atıldı,”kızım,bütün bu adetler,dinimiz İslamiyet’le ilgilidir ve Peygamber efendimiz Hz.Muhammed’in sünnetidir.”dedi.”Peki babacığım,”sünnet” ne demek?”dedi Veronica meraklı bir şekilde.Onu da adı gibi bilgili,aydın,okumayı,öğrenmeyi çok seven Münevver nine açıkladı.Peygamber efendimizin yaptığı işlere,sözlerine veya başkalarının yapıp da kendisinin onayladığı şeylere sünnet denir.”dedi.Veronica sordukça yeni sorular aklına geliyordu.Peki ya,günde işitmiştim:Bir törenle,özel giysiler giydirilerek yapılan bir faaliyetiniz daha varmış ona da “sünnet” deniliyormuş?..Evet,ona da sünnet adı verilir ve o tören belli yaşa gelen erkek çocukları için uygulanır.Bu da peygamber efendimizin sünnetidir o bakımdan bu sünneti yerine getiririz.”dedi,Ahmet.Yusuf’u da mı sünnet ettireceğiz yani dedi Veronica heyecanla,cevabı beklemeden ama ben buna nasıl dayanırım diye de ekledi.Mustafa dede merak etme kızım teknik ilerledi eskisi gibi erkek çocuklar pek acı duymazlar sadece sinek ısırığı kadar bir acı duyarlar, hem bu çocuklara eziyet değil onların sağlığını korumak için yapılmaktadır ayrıca dinimiz neyi yasaklarsa o insanlar için zararlıdır,neyi de emrederse bil ki o da insanlara gerekli ve faydalıdır,kızım”dedi…
Günler su gibi akıp geçiyordu…Nilgül Beyza beş yaşına girmiş,ay parçası kadar güzel bir kız olmuştu.Bal köpüğü uzun bukleli saçları ile tam bir taş bebek gibi olmuştu. Yusuf ise artık yürümeye başlamış,bab,bab,ani ani diye hecelemeye başlamıştı.Veronica,ev işlerinden arta kalan uygun zamanlarında ara ara mesıncırda anne ve babasıyla ve kardeşiyle görüşüyor,hasret gideriyor,çocuklarını onlara gösteriyordu.Bu defa Dede Juan,dayı Jonathan nine Maria Temmuz ayında torunlarını ve kızını görmek üzere Türkiye’ye gelmişlerdi.Türkiye’deki mevsim değişikliğine en çok dede Juan şaşırmıştı.”Bizim orada şimdi kış,burada yaz!”diyerek hayretini ifade ediyordu ki Jonathan atıldı hemen:”Baba,bilmiyor musun,Arjantin Güney Yarım Kürede,Türkiye ise Kuzey yarım Kürede,tamam oğlum tamam yaşlılığıma ver,geldim altmış yaşına.”dedi.Dede Juan Yusuf’u daha bir ayrı sevmişti Yusuf da kendisi gibi açık mavi gözlüydü,Jonathan da “adaşım benim “diyerek ayrı bir sevgi besliyordu Yusuf’a…Veronica’nın ise mutluluğuna diyecek yoktu.Ahmet ile evlendiğine çok mutluydu.Ahmet,yorgun olduğu zamanlar dışında oldukça sakin,anlayışlı,kibar,sabırlı bir insandı.Veronica da Ahmet kadar uyumlu,ağırbaşlı,nazik,gözlerinin içi gülen,her şeye hemen sinirlenmeyen bir insandı…
Ertesi gün ramazan ayı başlıyordu.Ahmet ileVeronica ramazan için bazı ihtiyaçlarını almak için çarşıya gideceklerdi.Veronica anne ve babasına durumu söyledi,baba Juan anlamayan gözlerle kızının yüzüne bakıyordu,durumu anne Maria açıkladı zira daha önceki gelişinde ramazanın ne demek olduğunu öğrenmişti anne Maria.O gece sahura kalkıldı,Jonathan,Beyza ve Yusuf dışında herkes uyanmıştı.Maria ve Juan sahur sofrasına şöyle bir bakıp meraklarını giderdikten sonra yattılar hemen.Veronica hala kafasındaki bazı şüpheleri atamadığından Müslümanlığı seçmemişti ama eşinin inancına da büyük saygı gösteriyordu.Hatta ertesi gün oruç kendisine farz olmadığından niyet etmemiş ama o günü Ahmet ile birlikte aç ve susuz geçirerek oruca dayanıp dayanamayacağını test etmiş ve daha öncelerden aklında var olan sorulara böylece cevap da bulmuş olacaktı.Juan dede o gece çalınan davulların sesinden uyumamıştı,sabah ilk iş olarak o geceki gürültü ne idi diye sormak oldu.Veronica da “merak etme baba alışırsın alışırsın,ben de ilk zamanlar yadırgamıştım,bu da Müslümanların ramazan ayına mahsus bir adetidir.”dedi.Dede Juan davulun hikmetini pek anlamamış ancak günde beş defa yüksek sesle söylenen o şarkı ne dedi Veronica’ya.Veronica’dan önce anne Maria atıldı,”Bey,nasıl bizim kiliselerimizde ayinlerden önce çan çalınarak insanlar ayine davet ediliyorsa Müslümanlarda da beş vakit ezan denilen çağrı yapılıyor ibadet için ve o duyduğun şarkı değil,Müslümanları namaza çağrıdır.dedi.Söz,böyle dini konulardan açılmışken,Veronica,”baba,bizim kiliselerimiz hep karanlık,kasvetli oysa Müslümanların camileri hem aydınlık hem ferah,bunu biliyor muydun?”dedi.Baba Juan,evet kızım,annen ve ben bir tarihte İstanbul’gelmiştik,sen o zamanlar çok küçüktün,kardeşin doğmamıştı daha.İstanbul’da Mavi Cami’yi gezdik,hayran kalmıştık.Dönüşte tekrar o camiyi ve Ayasofya’yı ziyaret edeceğiz.”dedi.Sohbet,dini konu üzerine yoğunlaşmışken,elinde şekerpare tatlısı olduğu halde Meryem fazilet hanım gelmişti.Veronica,hemen Meryem hanımı ailesine tanıştırdı.”Bak anne bu bayan benim ikinci annem,adı da ne biliyor musun?Adı,Meryem,yani senin adınla aynı.Müslümanlar Meryem annemize ve oğlu peygamberimiz Hz. İsa’ya da çok önem veriyorlar biliyor musunuz diyerek sevinç ve heyecanını gizleyemiyordu.Dini konularda bana en çok rehberlik eden kişi Meryem hanımdır ve Meryem hanımın bana hediye ettiği İspanyolca Kur’an mealini giderken size hediye edeceğim.Ben,nasılsa artık oldukça iyi sayılacak şekilde Türkçe öğrendim.Kur’an’ın mealini bir de Türkçesinden okuyacağım bu ramazan.”dedi Veronica.Bu konuşmalardan anne Maria ve baba Juan oldukça etkilendiler.”Meğerse Müslümanlar hakkında şimdiye kadar ne kadar da yanlış şeyler öğrenmişiz diye hayıflandılar.İlk fırsatta hediyeni okuyacağız kızım” dedi her ikisi de.Birkaç gün sonra dede Juan,anne Maria ve Jonathan birlikte Marmaris’e tatile gittiler.Çünkü ramazan ayında bu sahil beldeleri daha uzcuz ve sakin oluyordu.Ramazan ayının sonlarına doğru Veronica’nın ailesi İstanbul’u da ziyaret ederek ülkelerine uçtular.Mavi Cami’nin yanı sıra bu defa Fatih Camii’ni ve Eyüp Sultan’ı da ziyaret ettiler ama bu defaki cami ziyaretlerinden ayrı bir zevk almıştı Juan ve ailesi.İstanbul’a gelmeden önce Kur’anın mealini İsra suresine kadar okumuşlardı.Tabii ki akılarında en çok yer eden Yusuf suresiydi,zaman zaman o sureyi okurken torunları Yusuf’u hatırladılar…
Artık ertesi gün Ramazan Bayramı idi.Ahmet ve ailesi hep birlikte başta anne babası olmak üzere büyükleri ziyarete gittiler.Mustafa dede her iki torununu da kucağına alarak onları sarmaladı,sevdi.Ayrıca o sıkı adam her ikisinin de avucuna yüzer liralık harçlık sıkıştırmıştı.Bunlar ne kadar güzel adetlerdi böyle…Veronica o ramazan Kur’an’ın mealini okumuş ev gönlü İslamiyet’e iyiden iyiye ısınmıştı.Bayramdan sonraki gün Meryem ablaya uğramış ev artık İslamiyet’e girmemin sırası gelmiş olmalı diyerek eşinden sonra onun da onayını almak istiyordu.Meryem abla da aynı eşi gibi hoşgörülü idi,”tabii kızım,seçim senin,kendini hazır hissediyorsan ve gönülden inanarak İslamiyet’e gireceksen “aramıza hoş geldin diyerek ona sıkıca sarıldı.Yapmam gereken çok basit biliyorum ama dilim kelime-i şahadet getirmeye pek dönmüyor.”dedi.Meryem abla “olsun kızım önemli olan senin kalbin dilin değil,söyleyebildiğin kadar söyle tamam.”dedi”İstersen şimdi benden sonra tekrar et diyerek başladılar:”Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasuluh.”İşte gördün mü bak korkulacak bir şey yokmuş bu kadar kolay işte”dedi Meryem abla.”Ya Meryem abla şimdi benim başımı da örtmem gerekecek değil mi?Namazı,orucu,Kur’an-ı okuma konusunda pek sıkıntı duymuyorum da bu başörtüsü bana çok zor geliyor.”dedi.”Merak etme kızım,bak eşin ve ben sana bir günden birgün olsun ne zaman Müslümanlığı seçeceksin diye sorduk,seni hiç zorladık mı?dedi,tatlı bir ses tonuyla Meryem abla.Günü geldiğinde,kendini hazır hissettiğinde başını da örtersin.”dedi.O günün akaşamında Veronica,eşini daha bir mutlu,mütebissim karşılamıştı.Mutluluğun sebebini daha Ahmet sormadan Veroica
atıldı:”Sana,çok güzel bir haberim var Ahmet,”dedi.Ben bugün Müslümanlığı biliyor musun?Meryem ablanın yanında kelime-i şahadet getirerek Müslümanlığı seçtim,şimdi kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum inan ki diyerek sevincini açıkladı.Ahmet de aramıza hoş geldin,şimdi annesinden yeni doğmuş çocuk kadar temizsin,Allah mübarek etsin”diyerek eşini alnından öptü.”Bugünden tezi yok,senden abdest almasını bir kere daha soracağım,bana uygulamalı gösterir misin,ayrıca ilk namazı birlikte kılalım,seni şimdilik taklit ederek namazımı kılabilirim” dedi,heyacnalı bir ses tonu ile Veronica.O gün ilk namazı ikindi namazı olmuştu.Ahmet,”ikindi namazı sabah namazından sonra en çok önem taşıyan namazdır çünkü ikindi namazından sonra melekler kulların amellerini kapsayan nöbet değişimi yaparlar.Sana ne mutlu ki tertemiz bir sayfa ile başlangıç yaptın,Allah gazanı mübarek kılsın!” diyerek onu bir kere daha kutlamayı ihmal etmedi.
Ahmet de eskisine nazaran dini hayatına daha çok dikkat etmeye başlamıştı,artık günlük namazlarını da bırakmamaya gayret ediyor,Ramazan ayı dışında da Kur’an okuyordu hatta bu yıl Kur’an’ı Türkçe anlamı ile birlikte okumaya başlamıştı. En çok başörtüsü ayetleri ve namaz ile ilgili ayetleri ve bir de Hz.Yusuf Peygamberin kıssasının geçtiği Yusuf suresini okurken müteessir oluyordu.Yusuf suresini okurken Hz. Yusuf’un güzelliği ile oğlunun güzelliğini karşılaştırıyor ve bundan ayrı bir zevk alıyordu daha da önemlisi oğlunun da Hz. Yusuf kadar güzelliğinin yanı sıra ahlaki bakımdan da onun gibi ahlaklı ve temiz olmasını çok istiyordu.
Okulların açılması yaklaşmıştı.O yıl,Beyza da birinci sınıfa başlayacaktı.Okula kayıt yapılmış,okul forması bile şimdiden alınmıştı.Beyza,çok heyecanlıydı,bir o kadar da annesi ve babası da…İlk çocukları okula başlayacaktı…Beyza o yıl kısa zamanda okumayı yazmayı öğrendi,şimdi resimli hikayeleri büyük bir tutku ile okuyordu.Her gece sütünü içtikten sonra mutlaka iki sayfa hikayesini okumadan yatmazdı.Yusuf da dört yaşına girmişti.Anne,babasının Beyza’ya derslerinde yardım edişlerini kıskanıyor,ablasının kitap ve defterlerini ya karalıyor ya da yırtmaya çalışıyordu yaramaz… Bu arada Veronica’da bir yabancı dil dershanesinde İspanyolca öğretmenliği yapmaya başlamıştı.Bu onun ilk öğretmenlik deneyimi olacaktı,İspanyolca ana dili olduğu için bilgi donanımı bakımından yeterliydi ama bir o kadar da bildiğini aktarmak da önemliydi.İlk derste yetişkinlerden oluşan öğrencilerine kendisinin öğretmen olmadığını özellikle vurgulamıştı.Yani öğretim metot ve tekniklerini iyi bilmediğinden zaman zaman hatalar yapabileceğini ima etmekteydi.İlk kursiyerleri on sekiz kişiydi.Çoğunluğu bayan yetişkinlerden oluşuyordu.Hepsine,niçin İspanyolca öğrenmek istediklerini sordu ardından kısaca İspanyolca dili ve yapısı hakkında kısaca bilgi verdikten sonra alfabenin öğretimi ile derse başladı.Kursiyerlerin,İspanyolca’yı öğrenirken oldukça zorlandıklarını çünkü İspanyolca’nın Türkçe’den oldukça farklı bir dil olduğunu anlatıyordu Veronica evde,eşine… Ama Veronica öğrencileri ile çok iyi,sıcak ilişkiler kuruyor,hiç birisine kaşlarını bile çatmadan yaklaşıyor,her biri ile ayrı ayrı ilgileniyordu.Bu arada on sekiz kişi ile başlayan kursiyerler birer ikişer azalıyordu.Veronica bu duruma çok üzülüyordu,yoksa yetersiz mi kalıyordu dersleri anlatmada?Kursiyer sayısı on bire kadar düşmüştü ancak kalan on bir kişilik gruptakiler nerdeyse hiç devamsızlık yapmayanlar,verilen ödevleri çoğunlukla yapanlardı.Pek de endişelenmesine gerek yoktu…Kursiyerlerinden birisinin başörtülü oluşu üzerinde ayrı etki yapıyordu.Adı,Selma’ydı.Selma,dil öğrenmeye oldukça istekli ve gayretli idi.Başörtüsünün ona pek de yakıştığını düşünüyor hele hele hergün farklı eşarplar takarak böyle de modern olunabileceğini düşünüyor eski takıntılarından günden güne sıyrıldığını düşünüyordu,acaba bir gün kendisi de böyle olabilecek miydi?...O yıl Ahmet’in işi oldukça zordu,okul işleri bir taraftan,çocuklarla ilgilenmek diğer taraftan olmak üzere…Şükür ki anne Münevver hanım,Yusuf’a gün boyu bakıyor,ondan yakından ilgileniyor böylece Ahmet’i ve eşini bir nebze olsun rahatlatıyordu.Yusuf’un arada yaramazlıkları tutuyor.Babaannesi örgü örerken usulca arkasından yaklaşıyor,ya babaannesinin başörtüsünü çekiyor ya da örgü şişini çekiyordu,bazen de babaannesi namaz kılarken tespiğini alıyor saklıyordu.Babaanne:
-Vah küçük yaramaz,büyüdün de yaramazlık,maskaralık yapmaya başladın diye tatlı tatlı çıkışırdı. Yarı yıl tatili ile birlikte herkes tatile girmişti.İspanyolca birinci kur bitmiş ikinci kura katılmak üzere birinci kurdaki kursiyerler dilekçelerini teslim etmişlerdi.Bu da Veronica’nın öğrencilerince sevildiğini,kendisinden memnun olunduğunu ifade ediyordu.Beyza’nın karnesi hep pekiyilerle doluydu.Karne hediyesi olarak tabii ki resimli hikayeler alınmıştı,Beyza daha tatilin ilk gününden onları zelve okumaya başlamıştı.Yusuf da çizgi film izlemekten usandığı için ona da boyama kitapları,yapbozlar alınmıştı.Sayılı günler çabuk geçerdi,yarıyıl tatili de göz açıp kapayıncaya kadar bitmişti.Şubat ayının ikinci haftasıyla birlikte Veronica,İspanyolca Kursu’na,Ahmet ve Beyza okullarına dönmüşlerdi.Küçük yaramaz Yusuf yine babannesi ile baş başaydı.Güneşli güzel günlerde dedesi ile parka gidiyorlar,dedesi onu kaykaylara,salıncaklara bindiriyor,eğlendiriyor namaz vaktinde ise birlikte camiye gidiyorlardı.Yusuf dedesini taklit ederek onun gibi yatıp kalkıyordu…O yılki eğitim öğretim dönemi de sona ermiş,İspanyol Kursu kursiyerleri başarılı şekilde sertifakaları almışlar,öğretmenlerine çok teşekkür ederek ve “Adiyos”(Allaha ısmarladık) diye vedalaştılar.Ahmet de Beyza da yaz tatiline çıkmışlardı.Dinlenmeyi iyice hak etmişlerdi.Bu yaz tatil ödülü olarak Beyza ile birlikte annesi ve kardeşi Yusuf Arjantin’e gideceklerdi.Fakat orada kış vardı.Neyse çokça kar yağdığında dedesi ile birlikte kardan adam yapabilir hep birlikte kar topu oynayabilirler,Arjantin’e has yemekleri tadabilirlerdi…Uzun bir yolculuktan sonra Arjantin’e ulaşıldı.Dede Juan ve nine Maria veJonathan onları büyük bir özlemle kucakladılar.Jonathan şimdi yirmi yaşında yakışıklı bir delikanlıydı.Mimarlık okuyordu.Dede Juan,yetmiş yaşında,nine Maria ise altmış sekiz yaşına basmıştı.saçlarındaki kırlıklar daha bir çoğalmıştı.Dede Juan ve Maria nide eskisi kadar kilise ayinlerine ilgi duymadıklarını hatta bir yıldır hiç kiliseye gitmediklerini söylediler.Veronica bunun sebebini sorunca:
-Biliyorsun kızım,sizden ayrılırken bize İspanyolca Kur’an tercümesi vermiştin.Orada özellikle dikkatimizi çeken şu oldu:
-Kur’an kitabının birkaç yerinde Allah’ın sadece tek olduğunu özellikle belirtiyordu.Oysa bizim inancımıza trinite(üçleme) inancı var biliyorsun.Yani baba,anne oğul üçlemesi.Bunun ne kadar yanlış ve anlamsız bir düşünce olduğunu analdık dedi baba Juan,aynı şekilde söylenenleri anne Maria da başıyla tasdik ediyordu.Veronica tam yeridir diyerek:
-Anneciğim ve babacığım,size bir diyeceğim var.İkisi de meraklanmışlardı:
-Bizi meraktan çatlatma kızım,neymiş söyleyeceğin söyle hadi,dediler.
-Babacığım ve anneciğim ben yaklaşık bir yıl kadar önce Müslümanlığı seçtim dedi Veronica biraz çekinerek.
Anne baba bu sürpriz karşısında ne diyeceklerini önce bilemediler,hatta biraz da yüz ifadeleri olumsuz şekilde değişmişti.Ama,Kur’an tercümesini ve İslamiyetle ilgili okudukları kitaplar sayesinde daha aşırı tepki göstermeyerek durumu kabulendiler.Veronica,Arjantin’de kaldığı süre zarfında Veronica,hiç namazaını bırakmamıştı.Zaman zaman anne ve babasının imalı bakışlarına da maruz kalmıyor değildi.Özellikle Jonathan ablasının hareketlerine bir anlam veremiyordu,öğrenmek için de çaba sarfetmiyordu,anne babasına hediye edilen Kur’an tercümesini de hiç merak edip okumamıştı.Tamamen boşlukta olan bir gençti…Oysa Veronica şöyle düşünüyordu:
-Ey yüce Allah’ım sen ne kadar büyüksün,Meryem ablanın sohbetinden öğrendiğime göre sen insanları yeryüzünde “halife” vekil olarak yarattın.Biz insanlara ne kadar değer veriyorsun? Öyle ki bizi yeryüzünde vekil olarak yarattın.
Sana sonsuz şükürler,keşke anneme,babama ve özellikle de kardeşime İslam şuuru nasip olsa diye düşünmeden edemediği gibi her namazın ardından onlara hep dua ediyordu.
Ahmet, Nilgül Beyza’yı,üçüncü sınıfı bitirip dördüncü sınıfa geçtiği yaz tatilinde onu camiye Kur’an öğrenmeye gönderdi.O yaz,Nilgül Beyza Kur’an okumayı öğrenmiş hatta oldukça geliştirmişti de … Veronca’nıneşinin ahenkli Kur’an okumasından bazen de güzel sesli müezzinlerin ezan okumalarından etkilendiği oluyor,yüzünde ayrı bir tebessüm ve mutluluk oluşuyordu.Oysa bundan beş yıl kadar önce öylemiydi ya! Özellikle sabah ezanlarından çok rahatsız oluyordu.”Bu ne böyle,ses neredeyse aya ulaşacak!”diyerek aşırı tepki gösteriyordu…Hele hele ramazan ayı geldiğinde çalınan davul sesinden aşırı nefret ediyordu.Ahmet Bey’in oruç tutmasını ilk zamanlarda anlamlandıramıyordu,niçin bu kadar uzun süre aç susuz kalıyor,nasıl dayanıyor?diye düşünür ancak olumsuz tepki göstermezdi,hatta bazı zamanlar sahur yemeğini kendisi hazırlar,oruç tutmadığı halde eşine eşlik ederek ona saygı gösterirdi.Bu saygılı tavrı Ahmet’in gözünden kaçmamış ev ona şu kıssayı anlatmıştı: Bir Yahudi vatandaş ,bir gün oğlunun dışarıda yiyip içtiğini görmüş ve onu sert bir şekilde uyararak,”sen Müslümanların kutsal ayına saygısızlık etmekten utanmıyor musun?”dediğini ve bu vatandaşın kısa bir süre sonra öldüğünü ve yakınlarından birinin onu cennete olduğunu görmesi ,“Müslüman değildin,nasıl oldu da cennete girdin?”demesi üzerine,o kişi “Evet ben Dünyada iken Müslüman değildim ancak oğlumun Müslümanların ramazan ayına saygısızlığına karşılık onu uyardım ve azarladım ve bir daha aynı hatayı yapmamasını tembihledim,bu sebeple Allah ölümüme yakın bir zamanda bana iman nasip etti ve ben şimdi buradayım.”demişti. Bu kıssayı dinledikten sonra açıktan yiyip içmemeye çok dikkat ediyordu…Bu kıssadan çok etkilenmiş ve “bir sonraki ramazanda ben de oruç tutacağım demişti.”
O yıl Beyaza dördüncü sınıfa,Yusuf da birinci sınıfa başlamıştı.Yusuf,en az Beyza kadar zekiydi,özellikle matematik dersinde çok başarılıydı.Bu yüzden sınıf öğretmeni onu ayrı bir severdi.Okuma yazma öğrendiği günlerde,öğretmenin verdiği ödevleri harfiyen yapar düzgün yazmadığını düşündüğü yerleri siler tekrar tekrar yazar,kendi kendine stres yüklenirdi.Anne babası da bu durumdan biraz olumsuz etkilenmişler ve Ahmet Yusuf’un öğretmeniyle bu konuyu özellikle konuşmuş ve çözüme kavuşturmuştu…Ahmet ve Beyza haftada bir gün olsun birlikte Kur’an okurlardı yanık sesleriyle…Veronica’nın yanı sıra Yusuf:
-Bize ne zaman Kur’an öğreteceksiniz? Diye sitem ederlerdi.Ahmet Veronica’ya:
-Sen istediğin her an öğrenmeye başlarsın,yeter ki sen iste dedi.Yusuf’a:
-Sen biraz sabret beyefendi,yazı bekle,ablanla birlikte camiye gider o, Kur’anı okumayı geliştirirken sen de Elif Cüzünden Kur’an okumasını öğrenirsin,dedi.
Ahmet,oğlunu cuma günleri mutlaka yanında camiye götürmeyi ihmal etmezdi.Yusuf,söz dinleyen,masum yüzlü,çok konuşmayan,çok çalışkan bir çocuktu.Okulda en iyi olduğu ders matematikti.İkinci sırada Türkçe ve İngilizce geliyordu.Ablası ile birlikte İngilizce,Türkçe,İspanyolca sıkrabl oyunu oynarlardı sık sık.Zaman zaman annelerini de oyuna dahil ederler,anneleri Türkçe’de genellikle kaybeden olurdu.Yusuf,annesi ile yarı alaysı bir şekilde “Ah be anne, on bir sene oldu,hala şu Türkçe’yi sökemedin diye takılmaktan zevk alırdı.Annesi de “sen de İspanyolca’da yeniliyorsun ne haber delikanlı “diyerek adeta ondan tatlı tatlı öcünü alırdı…
Sürecek Muallim Necmi-2012
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 22 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
| | |